16 Haziran 2021 Çarşamba

.

 Bir defterin daha sonuna geldik FeZA. Su yeterince kaynadıysa ve kavrulmuş çay yaprakları nilüferler gibi sükûnetle yüzüyorsa, vakit demlenme vaktidir. 

İşte doğru olduğuna inandığın bir kararın eşiğindesin. Ocağın ateşini kıs ve kalemine demlenmesi için zaman tanı.

Kimine göre beş dakikayı geçmemeli, kimine göre on dakika, kimine göre on beş dakika sonra çay acır... 

Kimine göre ise insan, demini... Ne zaman alır? 

Kelimeler ne zaman içilecek deme gelir? 

Gökyüzü Toprak Koktuğunda mı?

Hadi, izin ver...

Fatma Zehra Akyiğit

11 Haziran 2021 Cuma

.

Kırmızı çizgiler... İnsan, kırmızı çizgilerine başka renkler karıştırmaya başladığı zaman ağır kayıplar veriyor. Belki bazen küçük bir şeyler kazanıyor fakat bunların kârı çoğu zaman ettiği zararı karşılamıyor. 

Sarı çizgiyi aşarsanız, tramvay size çarpabilir. Kırmızı çizgiyi aşarsanız da kendi ayaklarınızla intihar etmiş olursunuz. 

Ölmek değil sorun, sorun; kaybettiklerinizin kazandıklarınıza değmemesi. 'Boşuna' gibi duran hayallerinizin verdiği huzursuzluk... Ayan beyan ortada olan gerçekler... Hareketlerinizin savrulup gidişi nefse doğru... Ve uykusuzluk.

Fatma Zehra Akyiğit 

FeZA

8 Haziran 2021 Salı

.

 Değişir İnsan Zaman ve Mekân...

Biliyor musun defterim, gözlerim ağrıyor. Görmek istemediğim sahnelerinden çekip gözlerimi seyrettiğim perdeler var. Gözlerimdeki kılcal damarlar kan nehirlerine dönüştü. Yorgun olmama rağmen uyanığım. Kirpiklerim gözlerime batıyor. Zaman hançer...

.

 -Çocuk! Bana büyüdüğünü söyle. Çok yemek yediğini, güzelce uyuduğunu ve artık büyüdüğünü söyle. 

-Evet. Her öğün yemek yedim. Gecelerce uyudum uyandım uyudum fakat bir gün... Uyanamadım. Sonra daha fazla büyüyemedim hiçbir rüyamda, üzgünüm.

-Bu bir kâbus olmalı.

-Hayır. Çocuk olabildiğim tek yer, ancak bir rüya olabilir.

-O hâlde şimdi, yani gözlerin açıkken, büyük müsün? 

-Sanırım. Ya sen? Nasılsın?

-Uykusuz ve rüyasız...

-Çocukluk...

-Büyüklük...

-Nedir?

-Neyiz?

-Bilmiyorum.

-Ben de...

Fatma Zehra Akyiğit 

FeZA

7 Haziran 2021 Pazartesi

.

Yükseklere tırmanır, tırmanırsınız. Tam güneşin neşesi yüzünüze dokunmaya başladığı sırada hevesiniz kaçıverir, bacaklarınızı zayıf hissetmeye başlarsınız... Aşağıya dönmek, sessiz ve huzurluca sakin adımlarla yürümek istersiniz yolları. Kahkalar yabancılaşır, gülüşler sıradanlaşır, alkışlar zombileşir... Tebessümleri özlersiniz bulutları seyrederek. Uzakları seyredişleri... Merdiveni başka yolculara bırakıp toprağa ayak basmayı arzularsınız yeniden. Yağmur yağsa şıpır şıpır, açsanız kollarınızı, gökyüzünün o eşsiz kokusunu içinize çekseniz masmavi. Gözü nemli gün doğuşlarının o kahverengi kokusu yok mu!... Geri çekilirsiniz sessizce. Kimsenin ruhu duymaz. Sorarlar belki üç beş... Sonra yine kendinizle baş başa... 

Fatma Zehra Akyiğit

FeZA

25 Mayıs 2021 Salı

NİYAZIM ODUR Kİ

 Birer şarap yudumu dünyaya dair ne varsa dökmüşüm içime yüzümden düşen bin damla yaş gibi.

Deşer yaramı her bir anım yanıma kar kalmış anılarım olmuş hançerim zaman gibi.

Yumdum işte gözlerimi kirpiklerimden astım geceye yıldız gibi kapkarayım.

Sokak lambasına var gücüyle vurup duran sinek kadar karartmışım gözlerimin önünü.

Sarhoş eder dönen başımı suni ışıklar göstermez yolumu.

Sancır göğsümde sıkışır sonum yalpalatır bedenimi kaldırımların sökük taşı.

Yeter!

İğnesi ipliği pişman oluşlarım kanatır diker acıtır kabuk tutturur bantsız yaramı.

Aymaz sabahlar ayıltmaz açık çayımı.

Güneşin burnunda bir hüzme umut ziynetim bakışlarıma hüznüm.

Affa ihtimal her ahı unuttuğum ağıtlarımın sükutları.

Efkar davetiyesi hatırladıklarım takvimlere gün ekler zihnimde devranlar döner.

Dolunayın bağrında saklanır başlangıçlarım ölüme şafak sayar.

Yorgunum biraz tenha yolumda mevsim ayaz gibi.

Savruluyorum takılıp düşe…cek gibi tekrar ve tekrar hep maziden kalmayım.

Ayılmak bilmez çift şeritli kaldırımlarda sızıp kalmış ruhuma şekersiz kahve olur dualarım.

Niyazım odur ki uyanayım zira ölmüşüm gibi yaşamak

Ben bu diyarda kabuslardayım

Neden

Mütemadiyen

Uykusuzca

Uyumaktayım?

20 Mayıs 2021 Perşembe

DUVARLAR DA PENCERELER GİBİ

Kapasam gözlerimi, sussa her şey, yankısı kalsa iz bırakan yansımaların, hissetsem…

Acelesiz, koşturmasız, sükûnetli bir tebessümle dinlesem…

Bir zamana bir mekâna insana yetişmek için telaşa girmeden, anlasam şimdimi, anlasam çocukken üzerinde oynadığım taşlı toprakları, anlasam “insan”ı …

Önünde oturup yemyeşil ağaçları seyrettiğim (içeride futbol oynarken camını kırdığımız 🙂 pencere gelse karşımda duran ruhsuz duvarın yerine ve görsem yine portakal çiçeklerini gagalayan serçenin titrek kanatlarını…

Duvarlar masum. Pencere sütten çıkmış ak kaşık değil. Manzaralar…

Duvarlar, hayal saklı hayat yüklü bakışlarımız karşısında; bir ayağı gökte bir ayağı çukurda piri faniler gibi tebessümü canlı, duruşu vakur, tavrı mütevazi… Duvarlar… Güzel dinler, susarak anlatır, bizler, anlarız da işte, biraz her şey anlamsızmışlığa vururuz. Aynaların en eski sürümü sanki 🙂 Bakıp şöyle uzunca efkâra daldın mı, kendini gördürür insana. Sesler duyurur içindeki kalabalıktan, ne melekler ne şeytanlar ne insanlar taşar oradan! Sormayın gitsin…

Penceremin önünde annemin çingene pembesi camgüzeli çiçeği… Annem hep “şu mübareğin rengi de insanın ciğerini yakıyor değil mi?” der, derince koklar. Ardından bütün Ümmet-i Muhammed’in evlatlarına sıra sıra dualar dökülür dilinden. O, radyosundan bir ilahi açıp mutfağa gidince ben, pencereye takılırım. Bakarım bahçemizin sarı çiçekli sarmaşık giyinmiş cümle kapısına, inatla yeşil yaprakları seçerim kadrajıma. Herkes “Sapsarı! Ne kadar güzel!” derken ben, o sapsarı çiçeklerin hayata tutunan kollarını görmek isterim. Zira mevsimi geçip de solduklarında dahi, yaprakları onları hiç terk etmiyor. Yeniden umuda kucak açabilsinler diye, onlarsız kalsa da yüreğinde onları koruyarak, toprağa veda etmiyorlar. Hani bazen yemek bile yiyesiniz gelmeyecek kadar gitmek istersiniz bu dünyadan… Yapraklar da hisseder o duyguyu işte. Ama yine de yerler yemeklerini. Yaşarlar. Çiçekleri için… Annelerimizin babalarımızın, evlatları için tüm dertleri sıkıntıları kocaman yürekleriyle göğüslerlerken, artık tatsız gelmesine rağmen sofradaki çorbayı içtikleri gibi… Ve yine de bize gülümsedikleri…

Pencereler diyordum, hangi manzaraya hangi gözle bakıyoruz? Sarı çiçekler güzeldir, yeşil dallar yapraklar güzeldir, onlara bakan ve Yaradan’ı tefekkür eden gönüller güzeldir…

Ya dalgın bakışlarımız? Hangi yaralarımıza “kabukdeşen hançeri” olur o sisli bakışlarımız?

Olsun. Öyle bile olsa iyidir pencereler. Her hâlükârda içini dinletir insana. Duvarlar gibi.

Biliyor musunuz, bazen “Nasıl bakıyorsan öyle görürsün” sözüne hak verir gibi oluyorum. Sonra…

16 Mayıs 2021 Pazar

GÖKYÜZÜ TOPRAK…

Gökyüzü soğuk. Toprak, yaş dolu bir çift göz gibi kokuyor, tuzlu, yakıyor içimi, yıkıyor kibrimi, deşiyor kabrini onun… Önümdeki uzun ve dar çukurda geziniyor bakışlarım. Solumda suratı donuk duran, üzerine kar giyinmiş sıcakkanlı ceset… Belki birazdan itiveririm aşağı. Ruhunun yükselişini izlerim hayalen, göklerin derinliklerinden yerin dibine çakılışını bizzat seyrederim korkusuzca.

Hayalen dedim, yaşıyor zira. Halen yaşarıyor buza kesmiş kirpikleri, bu bir ümit hani, pişman mıdır? Bir şey fark eder mi? Hani, keşke yapmasaydım, inşallah bir daha ben yapmayacağım diye sözler verse bana? İnanmalı mıyım sözlerine? Gözlerindeki buğuyu görüyorum, öncesinde, onu doğuran kül gri bulutları…

Gökyüzü! Karanlık kokuyorsun. Toprak… Kara toprak! Yıldızlar gibisin göz pınarlarımda damlalarca, mora çalan uyku hırsızlarına kucaksın. Soğuk kokuyorsun, nefesimi kesiyor esintilerin. Gök! Yüzüme bakıyorum aynamda, gördüğüm senin mavin, lacivertin, karan… Göremediğim senin güneşin, on dördün, yıldızın…

Gökyüzü! Hissediyorum seni, toprak kokuyorsun, ölüm gibi, benden içeride ben gibi sancıyorsun. Yâr yüzüne ben gibi iz bırakıyor doğumun.. da bir lekeyim sanki. Tanı bu izlerini akan gözyaşlarımın, Musa’nın kızıldenizi gibi yarılır yanağımda, geçişim olur sırattan. Gazabını geçtiğine Rahmeti’nin, umut duysam… Bilsem de ateşlere yanacağımı, onu da rahmet saysam… Nerede o iman kuvveti yüreğimde, bilemeyecek kadar O’na cc muhtacım, yalnızca O’na cc.

Şu mezar! Şu günahkâr ben’im! Şu tövbekâr hâlim! Gökyüzüm! Toprak kokarsın neden? Soluduğum nefes havada değil yükseklerinde! Toprak yerde, ben yerin altında, cesedimi itip gömdüm, görüyorum, kanım yerde değil! Şehit olmak diliyorum, Allah için yaşamak gök ise; Allah için ölmek kuşlar gibi uçarken, toprak! Hapsolmaz duygularım da düşüncelerim de inanışlarım da topa tüfeğe!

Ne alâkası mı var? Ben, uyanıyorum yeni bir bana, tövbem gök tövbem toprak! Affa ümidim cesaret affa ümidim cehaletine nefsimin, red! Gayretim; akl-ı kalbime renk olsun, geceme çoban yıldızı, günüme gök belinde kuşak olsun. Siyahım binlerce hüznüme neşe olsun. Varsın yeni sayfam beyaz değil de koyu kahve olsun, çayım da yolum gibi açık olsun. Gidiyorum gökyüzü! Yaklaştıkça toprak kokuyorsun… Biliyorum, her gün yeniden doğmak için yeniden kararıyorsun!

2 Mayıs 2021 Pazar

UYKUSUZ DOĞUM

Pencerenin cam kiri ne renktir?

Ya ardında kalan şehrinki, boz, siyah, gri?

Pencereye baksam yansıyan, aksim

Pencereden baksam, yanılsadığım...

Anımsadığım cendereden atlasaydım

Tertemiz gök, nefes, toprak, tertemizdim belki

Durdum durduğum yerde, isteksizim

Uykusuz, sancılı sebepsiz, bulanık içim

Biçimsiz suretler gezinir önümde, tiz sesli

Adı belirsizlik, makyajsız korku karakteri

Esas olanı kaçırılmış, dehlizlerde hapis

Habis duygulara esir sol yana kalanı, gölge, sis...

Arta kalanı, bir tutam öfke bir çintik kırgınlık

Yapışkan teselliler sinir bozar, bağlamaz

Bana kalan sade uzaklar, asosyal mesafe

Baktıkça ufuk incelir, gizlenir detaylar, kalan, gitmeler, 

Biraz ortaya karışık yalnızlık'la kalabalık, hepsi hikaye!

Tanıksızım, vurduğum yumruğun muhatabı uykusuz gözlerim

Kirli camlara yansırım, kırılır

Renk arama renksizim, ne minimalist kahve 

Ne kefenist yeşil ne de pessimist kasvetim

Değil, zannetme, değilim ne sû-i ne hüsn-i,

Delilsizim ne kat'i ne zanni

Hükmüm vacibe yakın caiz, ne ateş ne sevap

Ne anlatmak farz ne anlaşmak haram

Değil, konuşmak yasak, yazmak yanılsama

Pencerenin ardında kalan insanlar, eşyalar,

Zaman, yalansaması dünyanın, 

Benden inanması, geçmişimden isyanı,

Geleceğimde yok gibi ne bir kimse ne bir his ne... ne?


Sancıyorum yine uydurmaca hüzünlerde

Kıvranıp duruyor gözaltı morlarımda

Yaşantılar, akıl kaşıntısı sorgular, doğuşlar

Uykusuz geçen gecelerin sabahında

Güneş açarken düne güne gelene doğumlar

Yaşamak, belki umutlu belki mutsuz

Çoğunlukla huzurlu nadiren soluksuz

Ara sıra böyle, pencere önü efkâr manzarası

Yağmursuz, bazen sağanak, kimi ruhsuz

Öyle işte, gök, nefes, toprak, cam kenarı,

Gece sonuna yakın, ölürce doğum, uykusuz...

Hayır, uyanığım, gitmedim, buradayım

Duruyorum durduğum yüksekte, korkusuz...



19 Nisan 2021 Pazartesi

HATIRLAMAK VE UNUTMAK ÜZERİNE

Yaşadığımız her zaman diliminde, bu kimimiz için bir hafta kimimize bir ay bir yıl bir ömür vs olmak üzere değişir, hatırlamak ve unutmak üzere kendimizin hallerine şahit oluruz. Bazılarımız “eskiden şöyle şöyle hatalarım vardı, elhamdülillah şimdi öyle değilim, iyi olmaya gayret ediyorum” diyerek hatırlarız.

Bazılarımız “ben eskiden böyle değildim, meğer ne büyük nimetmiş hatalarımdan rahatsız olup pişmanlık duyabilmenin hüznü, şimdi sıksam yaş çıkmıyor gözümden, yüzümdeki tebessümlerin ruhu yok, buza kesmişim” diyerek hatırlarız.

Bazılarımız… Eminim senin de başka başka hatırladıkların ve unuttukların vardır. Hiçbir zaman tekdüze değildir insan. Tepe taklaktır çoğu zaman. Unuttuğun iyi hâllerini hatırlarsın, şimdiki gafletin seçilip çıkar gözlerinin önüne. Unuttuğun kötü hallerini hatırlarsın, şimdiki iyi olma gayretinde olduğun haline, şükürsüzlüğün nankörlüğün seçilir çıkar…

Genelliyorum sürekli, farkındayım ama yine yapacağım; hepsi iç içedir aslında hep, vefa da nisyan da “insan” paketine dahil.

Vefa dedim hatırlamaya; fikrimizce iyi ya da kötü, bize verilmiş bir yaşantı geçirdik bu zamana kadar. Kimisi cevizin yeşil kabuğu, kimisi sert kabuğu, kimisi zarı, kimisi içi mesabesindeydi… Acı ve leke bırakan, zorlayan ve emek isteyen, kuruyana kadar kekremsi kuruyunca kendine has bir tada dönüşen, çocukken bembeyaz büyüdükçe kremsi beje ya da su sarısına çalan yaş aldıkça kırışan, hani bakabilsek, aynamıza yansıyan…

(Göz altlarımız kırıştıkça saçlarımızın devralması çocukluğumuzun masum beyazını, bu da ayrı bir pencere, sonra konuşuruz)

Nisyan dedim… Unuttuklarımız var. Unutmuş olduğumuzun farkında olmadıklarımız… Kabul ediyorum bazen bu bir nimet, unutmasak nasıl yaşanır! Bazen de gaflete kaçmıyor mu kıymetli okurum, ne dersin?

(Yazımı bitirdim kontrol ederken bir parantez daha açasım geldi şu an 🙂 Hani ceviz kurudukça dışındaki yeşil kabuğun suyu çekilmeye başlar, kabuk gevşer, elinizle rahatça çıkarıp atarsınız onu. Bazı yaşantılarımızı doğru anlamlandırabilmemizin de bilemediğimiz bir zamanı vardır, diyebilir miyim buna? Kurudukça sert kabuğu hafifler, naif bir halet-i ruhiyeye bürünür ve kırılganlaşır. Bunu neye benzetmeliyim? Ve kırarsınız… Paramparça olur dağılır etrafa. İçinden alnı ve göz kenarları çizgi dolu, latif bir zar çıkar. Latif dediysem, yaş iken yiyecekseniz çıkarırsınız çünkü kekremsi olur, çıkarmadan da yerseniz şifalı olur, çıkarmayıp kuruduktan sonra yerseniz hem lezzetli hem de hafızaya faydalı olur. O zarın içinde saklıdır cevizin özü. Öyle mi sahi? Ya cevizi ceviz yapan sırf özü değilse? Benimki de laf işte, içi olmayan cevize cevizin kendisi bile itibar etmez, atar kendini ilk fırtınada dalından aşağı ya da kırıp atar bir köşeye onu insanoğlu… Ya kırılsan da meyve verebilmek ya da kırılınca aslında kendine küsmüşlüğünle yüzleşmek…)

Yazmak isterdim daha fazla ama kesildi kelimelerim şu saniye, bir şeyler hatırlıyorum, unuttuklarımı, bu iyi bir şey mi kötü mü kestiremiyorum, belki de sıfatsız düşünüp ibret alabilmesi için zamana ihtiyacı vardır akl-ı kalbimin…

Allah’a emanet olasın okurum, selametle unuta selametle hatırlayasın…

17 Nisan 2021 Cumartesi

“KÖR”ENE

– Yakalayamazsın kii!

-Siz öyle sanın… Ya..kaladım yakaladım. Hah hah haaa. Hani yakalayamazdım? Sen ebesin, yürü. Şimdi beni nasıl yakalayacakmışsın görelim ba…

-Yakaladım bileee!

-Haayır! Cıllıdın bana ne. Hile yaptın. Örtünün altından görüyordun değil mi bana ne, haksızlık!

-Ben de fark ettim görüyordu.

-Görmüyordu. Ben bağladım örtüyü, sımsıkı bağladım.

-Bu eli saymayalım o zaman. Yeniden bağlayalım gözünü…

-Oohoo! İyi o zaman her cıllıyana bir hak daha verelim! Oynamıyorum ben.

-E şimdi de sen cıllıyorsun. Şimdi gidersen biz de bir daha seninle oynamayız.

-Bırakın iki dakika sonra geri gelir.

-Gelmem.

-Biz arkadaşız olur böyle şeyler hadi barışalım oyuna yeniden başlayalım.

-O bir daha cıllırsa oynamam ama.

-Yaw tamam tamam he, hadi başlayalım. Sen bağla örtüyü herkesin gözüne, oldu mu?

-Tamam ben bağlayacağım.

-Tamam.

(Örtü çocuklardan birinin annesinin iğne oyalı yazmasıdır genellikle 🙂

Siz de oynar mıydınız “Körebe” kıymetli okurum? Torunlarınızla, çocuklarınızla, kardeşlerinizle, öğrencilerinizle, komşunun çocuklarıyla… Bu oyun sadece çocuklarla mı oynanır canım, yaşıtlarınızla da oynar mısınız eski günleri yad etmek adına? “Etme eyleme deli derler bu saatten sonra” mı diyorsunuz acaba?

Peki, sizin için Körebe oyununun son sürümünü keşfettim. “KÖR”ENE . Nasıl bağlantılar kurdunuz bu ikisi arasında? Aslında ak’armaya çalışan karışık bir zihinle çapraşık bir bağ kurdum ben ama sizler için lafı çok dolandırmayacağım. (Sadece azıcık dolanabilir 🙂

Ene, ben. Kör, kendini bilmez…

Ene, benlik. Kör, sadece kendini gördüğünden bir kendisi var sanır, acizliğini bilmez, ego mu nefs mi diyelim…

Kör, gaflette. Ene, insan.

“KÖR”ENE…

Hakikat görenedir görene

Hakikatten köre ne?

(Sanırım böyleydi, bir dizide duymuştum. Kimin sözü hatırlamıyorum.)

Nereden esti bunlar kaleme biliyor musun okurum; hani Ramazan Ayı’nda şeytanlar bağlanır insan nefsiyle baş başa kalır derler ya, ben de “Şu ramazan gelse şeytanlar bağlansa da kulluğuma insanlığıma vesvassız bir akl-ı kalb ile çeki düzen versem” diyenlerdendim şu ana kadar.

Şu an…

Akl-ı kalp dediğimle ne anlatmaya çalışıyorsa dimağım; onunla irade edip yaptığım seçimler, cüzi seçimler… İnsan olarak yaratılmış olmamızın kul boyutu var ya hani, ondan bahsediyorum, imanımın izlerini yansıtıyorsa eğer ben… Ramazan öncesinde nasıl gafilsem şimdi de öyle gafletteyim. Bu beni korkuttu. Sağ kulağıma bir kar suyu kaçırdı bu hâlim. Rahatsız ediyor “kör”lüğümün farkında olmak. Neden vazgeçmiyor “ene”sinden nefsim? Huzursuzluk… Ramazan Ayı’na yakışmayan hisler içinde bırakıyor beni tövbe ile gözyaşı dökemiyor olmak. Neden gözlerimden gelsinler ki, kalbimden zift zift dökülen simsiyah damlalar da günah dolu ağıt değil mi? Aynamda görünmeseler de ağlıyor olamaz mıyım, yaş yerine kan değil, kara döküyor olamaz mıyım sineme? Öyle…

Farkında olmak yeter mi? Yetmiyor. Eğer bir an önce harekete geçmezsek okurum, farkında olmaklık umursamazlık gibi bir intihara dönüşecekmiş gibi… Allah korusun. Allah imanımızı korusun. Kulluk bilincini akl-ı kalbimize yazsın. Okumayı öğretsin bize…

12 Nisan 2021 Pazartesi

HEPSİ B"EN"DİM

 


Yargılar. İnfaz kararı suçlamalar. Söz dolandırmaya lüzum yok. Unuttum çocukken. Hatırlamadım yıllarca. Sonra bir şimşek çaktı ve yağdı göğüme ceviz kadar dolular. Doldular vura vura sineme. Açıldı perdeler. Işık boğdu gözlerimi. Acıdı. Acıydı gözlerimin önüne gelenler. Kaçacak yerin yokken karabasanlarla karşı karşıya durmak… Kesildi nefesim. Şişti gözlerim. Faillerin profillerini çizdi verdi elime hatırladıklarım. Öfkelendim. Kırgınlık çöktü büyüyememiş çocukluğumun yumruk kadar yüreğine. Sustum. Sordum kendime. Sordum aynamın göz çukurunda katillerine saf niyetlerinin çocukluğumun. Suçladım. Kırgındım ve öfkeliydim işte. Geçmiş dediğin silüet dokunamadıkça tutup kollarından dur! diyemedikçe zulmüne kara dumanların, kaybettim inceliğini kalbimin. Alabildiğine kalınlaştı boynuma dolanan halat. Kurtarmaya çalışan, halatın ucunu çektikçe canım yandı, nefes alamadıkça anlatamadım. İçimde yıllandı. Tutmak istemediğimde… İşte o zaman, suçlandım iyi yaşayanlar tarafından (!) karamsarlıkla…

Hayır, öyle değil!

Dili tutulmuş bir çocuğun konuştuğu ilk cümleler bu karanlıklar. Çocuk bu, yapmayın, elbet zifirin ötesinde yıldızlar var. Unutmuştum çocukken. Büyüdüğümde hatırladım. Suçlamıştım anlamsızca kendimi yıllarca. Çocuktum. Hatırladım. Suçlu ben değildim. Kızdım. Çok üzgündüm. İnsanların neşeye ihtiyacı vardı. Güzel şeyler duymak okumak istediler. Gülmemi beklediler. İyiliğim içindi, gülmemi istediler. İyi olabilmek için ağladım. Sustum. Duygusuzlukla suçlandım. Yazdım. Yazdığım ne varsa siyah, simsiyah kasvet, iyisine kötüsüne herkese fırlattım kurşun kelimelerimi. Masumdular sahi. Kızdılar hamlığıma. Yanamadığımdan, kırılır mı düşünmeden böyle cahilce nefret kusuyorum önüme gelene, sandılar… Zanlar sel gibi aktı üzerime, sürüklendim. Bir o taşa bir bu taşa çarptım duramadım hiçbir yerde. Gitmek istedim. Bilmediğim şehirlerde kaybolmak istedim. Gittim. Sokak çocuklarını gördüm. Yakın hissettim gözlerindeki kıpır kıpır buğudaki neşeyi. Büyüktü bu şehirler. Şehrin insanları küçüldü gözümde küçümsendiğimde. Aldırmadım. Gülümsedim. Büyüklermiş gibi gülümsedim. Hoşlarına gitti. Sahteydi kimisi. Kimisi yol gösterdi. Minnet duydum. Büyüktüler, büyüttüler beni. Tramvay nedir, tramvay durağında sarı çizginin ötesine neden geçilmez, tramvayın iki kapı arasındaki daire neden dönüyor, kapı kapanırken neden içeri geçmeye çalışılmaz, pason yoksa neden parayla binilmez, ramak kala öğretmeyi lütfederek büyüttüler. Bilmek… Kibir vermişti kimisine kimisine alışkanlık yapmıştı kimisine fırsat vermişti iyilik için yolunu kaybetmiş bir çocuk ruhuna yardım etsin diye…

Zaman geçtikçe duruldum. Kırgınlığımı sevgiye dönüştürmeyi öğrenmiştim…

Fakat terk edemezdim. Bırakmamı beklediler, ben… Bırakamazdım çocukluğumu yüz üstü. Bir ben miydim? Hayır, en azından içinde kalmamalıydı bunca siyah. Reva mıydı karanlık?! Yıldız doğmalıydı artık. Dedim ya duruldum, dağıldı karanlığım sabaha döndüm, neşeme döndüm, Rabbime, özüme döndüm, huzura… Çocukluğumun elinden tutuyorum, melankolik mısralarıma ses etmeyin n’olur. Yaktığı onca defterinden kalan müsveddelerini buldukça yazıyorum. Okuyanların neden zoruna gidiyor suçlanmak? Ve karamsarlıkla duygusallıkla hatta duygusuzlukla suçluyorlar şiirlerimi, yazılarımı… Yanılıyorlar. Ben değilim, bir çocuk ruhu. Çocukluğumun…

Neşeyle huzura erince terk etmek şart mı hüznü? Olmaz. Yapamam. En azından kalemim, anlatmalı karanlığı kağıda ki gönülde yıldız açsın gece…

İnsanca yaklaşmak insana…

Bahsettiğim insanların hepsi bendim belki. Suçlanan da suçlayan da bendim. Kendimi nasıl görüyor idiysem insanlar da beni öyle görüyor zannettim. Basit bir değersizlik suçluluk psikolojisiyle açıklanabilir miydi? Nefsine zulmedenlerden olmanın bir penceresi de bu muydu bilmiyorum, bildiğim, ne o kadar gökte ne o kadar yerde… Vasat şu insan. “Ben” dedi mi kurbanlığın da kahramanlığın da, suçluluğun da… Sanırsın bir “en” yarışına girmiş nefsi. “Sen en günahkar bile değilsin. Senden daha günahkarları var” diyen zat ne kadar isabetli söylemiş. Ne bu kibir? Mazlum olmuşsun zahirde belki, Allah hidayet versin zalimlere, ya bu göze gelmez nefsin emmaresine ne demeli? Bu ne cüret! Bana nasıl zulmedilebilir? Ey nefsim! Peygamberlerin uğradıkları zulüm nedendi, açıklayabilir misin düz pazarlıkçı mantıkla? Ki çocuktun… Masumdun mazlumdun. Bunca kıyameti koparan şimdi hangi masum yanın, iyi düşün, nereden vuruyor nefsin seni, vesvası hangi yandan yaklaşıyor?… Affetmek lazım. Kızmak da yerince…

Razı olmak en hayırlısı be okurum, her halimize…

7 Nisan 2021 Çarşamba

ILK CEHENNEMLIK SON CENNETLİĞİM



Korkusuzum şu an her şeyi göze alabilirim

Deli gibi ölü gibi bir başına korkağım

Sorgusuzum şu an her cevap kabulüm

Geride kalan gibi rezil gibi suçlu gibi umursamazım

Cansızım akılsızım duygusuzum hissizim

Bilmiyorum işte keyfimce nolmuş?

Anlamıyorum bildiklerinizi, hiç, öylesine!

Gocunmuyorum yaramın kabuklarından 

Kaşıyın kanatın fark etmez kanatlanır savrulurum.

Rüzgarsızım heyhat meltemsizim

Susma orucumun öncesinde musira

Ateş patlaması iftarında kasırgayım

Sükûnet çöküntüsünde yıkık hâlde durulurum

Alâkasızım

Açım bütün açlar gibi 

Ağrıyorum ağrıyanlar gibi 

Susuzluktan ölüyorum hayvanlar gibi

Kuruyor soluyorum ağaçlar gibi de yine açıyorum çiçekler ve güneş gibi

Ağlıyor ve gülüyorum göktekiler ve yerin en dibindeki kemikler gibi

Umutluyum ve karamsarım imkansızın evlatları gibi yetimim öksüzüm ve orduyum obayım ama sokaksızım 

Ansızın yokum ve varım dünyalarınız gibi

Ben zamansızım yersizim olaysızım

Giriş gelişme sonuçsuzum

Serilmişim düğümlüyüm çözümsüzüm

Sadece kafalarınızın içindeyim yahut değilim

Sonlusunuz sonluyum

Kim miyim?

İlk cehennemlik son cennetliğim.

.
FATMA ZEHRA AKYİĞİT
FeZA


5 Nisan 2021 Pazartesi

ÖZEL YAZIM (7)



Ne zaman içimde tutsam, çekilmez biri oluyorum. Ne zaman da içimden geldiği gibi olsam, çekiniyorum. Ne zaman doğru olan neyse ona göre yaşamaya çalışsam, hep, bir taraftan noksan kalıyorum. 
İnsanlar... Allah cc sevmek getirse önüme, dualar düşüyor dilime. Sevmek bahane sevilmek hikâye, ben, gönlümü Rabbime açarken duyduğum huzura aşığım. Sessiz sesimi O'nun cc öyle latif duyuşuna hayranım. Değişir insan zaman mekan, çekilir nefsi de kalbi de aradan, kalıyorsa Yaradan, tamamdır benim için. Sevmek dilediğim insandan kıymetli bir iz düşmüştür yüreğime. Vuslat varsa da yoksa da fark etmez, kazınmıştır defterimde adı bilmem kaç defa. Defterimde adı olan ebede kadar dualarımdadır, iyi olsun isterim. Zaman zaman dertleşirim hayalen, bir aziz dost olur içime. Melankolim de huzurdur benim, suskunluğum da bir niyaz...

DİKENİ DİKEN, GÜLÜ GÜL MÜ?


Değişmişim. Fazla etkilemiyor. Yedi defter değil belki yüz yetmiş sayfada, hayati tehlike geçiyor :) Demir değil belki bir taş parçası... 

Bu iyi bir şey mi bilmiyorum. Dengesi nedir? Dikeni diken gülü gül mü? Böyle bilip böyle hissettiğimizde mi gerçek adaleti kurarız zihnimizde? 

Yoksa dikeni güle dahil görüp 

İncitmeden sarılıp belinden

Dokunmadan dikenine 

Yüreğimizi kanatsa bile 

Dağıtmadan taç yapraklarını

Çeksek içimize nefeslerce 

Yine de var olsa gül dikeniyle 

Dalında kalsa 

Rüzgar sallasa yeşillerini hafiften

Sarmaşıklara imrenirce

Tutsak elinden bir diğer gülü

Kovalasak peşinden yevmüd-dini

Neyin kavgası bu kalemim? Kim demiş yağmur sırf hüzün, değil, güneş hüzne dahil. Gökkuşağı kimdir duymadın mı? Kim demiş siyah mutsuz kömür kasvet, değil, bir lahza tutulmuşsa ışık beyaz dolunay, inkar edebilir misin huzuru? Gecesiz gün, güneşsiz gölge var mı? 

Gri... Dün gibi dumanlar arası

Beyaz... yarın gibi umutlar kefenler sarası

Ya şimdi?

Gün gibi kara, noktaları kalbin

Ve dahi renk cümbüşü niyazlarım!

Neyin kavgası bu kalemim?

Nefs ile kalb-i aklın iman sorgusu belli ki.




4 Nisan 2021 Pazar

ÖZEL YAZIM (6)

 


Şiir yazardım eskiden
Kalabalıktı sözcüklerim içim gibi
Az yazacaksın öz yazacaksın
Okunaklı olacak yazdıkların
Dediler. Umrumda değil.
Biliyor musun kalemim, gelmiş geçmiş tüm yazdıklarını, yakıp kül ettiklerin dahil, hepsini, birer zehirli ok misal kirpikleriyle kazıya kazıya bulacak, ve dahi okuyacak, belki atfen yazacak, ama dinleyecek, sessizliğinden hissedebilecek kadar deli bir ademoğlu yok bu cihanda. 
Derin bir nefes alıp verdim şimdi. Bir hüzün çöküyor içime, gözlerim buğulanıyor, tutuyorum.
Sebep? Bilmem. Dolanıp duruyor bir şeyler dilimin ucunda, ne diyeceğimi bilemiyorum. Ne duymam gerekiyor da ben ne duyuyorum anlamıyorum. Şu rüzgâr diyorum, tozlu esiyor, açamıyorum gözlerimi, pınarların ardında kalıyor. Efkar uğulduyor ağaç dallarının arasında. Uykum kaçıyor gözlerimden. Soğuk esiyor. 
...Biraz meşguliyetim vardı. Dersler, Bişnev vs. Her zaman söylerim, meşguliyet iyidir. En iyi susuturucu. Öldürse de yorgunluktan, ses verip rahatsız etmiyor etrafını. Bir sen biliyorsun gözden gönülden akan alı. 
Bir yıldız görürdüm yayladaki evimizin gecesinde, demli lacivertlerin en ötesinde parlardı. İşte, hep merak etmişimdir, o yıldızın altındaki bir evde kim yaşıyordu? Gitmek istemedim hiç ne bileyim, aklıma gelmedi. Bekledim ama. Belki bundan bunca uzaklaştı serap gibi ışıklar gecemden. Neden bekler insan? Neden gelsin der hep? Neden gider de hep uzak yöne... 
Ne bileyim işte ya. Yorgunum incitmekten ve incinmekten korkmaktan. Cesaret etsem neye? Sadece durup dinlemeye... Anlatan ne anlatır, dinleyen ne anlar ne bileyim? Ya öyle sanıyorsam anladığımı ne olacak? Dolanıp duruyor işte! Bildiğim bir ateş, Hak. Pervane olmak hangi yiğidin harcıymış? Şem'a yanan pervanelerin muradına bakar imrenirim. Ateşler de başka başka; kimi aşka nispet kimi ...
Ben gibi... Ya değilsem? Ya öyleysem? 
Yazarken düşünmek kadar belâ bir şey yok yeminle. Kalu'yu hatırlatması olmasa bir belası kalıyor. Neden dua eder insan? Allah için... Susuyor sesler, susuyorlar inat eder gibi, ne için? Sus! kalemim, Yağmurlar yağarak var... 
Durgunum biraz aslında, bilmiyorum, ifadesini kaybediyor suretim...

FATMA ZEHRA AKYİĞİT
FeZA

3 Nisan 2021 Cumartesi

"SES"SİZLİK


Biliyor musun sesler; kokusuzdur, tadına bakmadım hiç, ama dokunulmazdır. Sadece görmüştüm birkaç defa aynada gözlerime bakarken. Ben konuşur dururum içimden, gözlerimse nadiren cevap verir. Hatta bazen bir şeyler söylesinler diye yalvarırım, onlar, inadına susar da susar. Sağır oldum sanıyorum öyle zamanlarda ne hissettiğimi duymuyorum gibi… “İfadesiz” koydum bu “ses”sizliğin adını. Bazen, dedim ya nadiren, konuşuyorlar, dinliyorum. Öyle zamanlarda kalemim, ben… Kifayetsiz kalıyorum anlatmaya lâl dilim. Ne diyeyim ki? Dört bir taraftan diyorlar ki “ne diyorsa içindeki ses, ayağa kalk ve yaşa!” Susturabilene aşk olsun ben zaten…

Dinliyor musun? Hangi lügatteki kelimeler var dimağında? Benim kelimelerim altı yedi yaşlarındaki bir çocuğunkiler kadar. Yetişmiş anlamlarda arama. Benim kelimelerim, bir ayağı misket (gulle deriz biz ona, kimi çocuklar bilye der kimisi de gülle, bizim aşağı mahalledeki çocuklar da gulye derlerdi… ) misket çukuruna düşmüş ihtiyarın hatırlayabildikleri kadar bölük pörçük mazi…

Zor değil.

Kolay, hiç değil.

Okumayı sökmek işten bile değil, yazmak da değil mesele, aslında mesele dinleyebilmekte. Emin ol kalemim, yaşantılarca zaman alıyor, bir nefeste de bitiriyor insanı. Sonra yine de bir şirinlik yapıp ayağa da kaldırıyor, yürütüyor çocuk şarkıları fısıldayarak kulağıma.

Yine de unutuyor insan görmezden gelerek. Birer birer çekiliyor sesler, insanın içine öylesine bir “ses”sizlik çöküyor ki gönüllere ziyan…

BİLMEM SENİ SEVMEYİ BEN. KALBİM DEĞİLİM.


Bilmem büyük laflar etmeyi ben. Dimağım küçük. Damağıma dayalı et parçası sayıklar; gün batarken yaram kansız, doğarken sancısız, ayaktayken gözlerim gökte, otururken sözlerim sahte, sol yanım uykudayken, gaflet içimde… Sayıklar, dünya da dünya! Bilmem senin gözüne gönlüne hitap etmeyi ben. Gözüm ama dilim lal. Ne güneşin kamaştırır bakışımı ne terennüm ettiğin şarkı kaşır dilimi; ne ayım ne ışığım var ne denizim ne yakamozum parlak… Bilmem senin bildiklerini ben. Ümmiyim, okumak yazmak Hak getire! İşitmem ne sövüşünü ne sevişini şiirinin. Görmem ne hattını ne ağlayışını nesrinin. Bilmem senin aradığın sıfatları ben. İsim değilim. Bilmem senin varacağın yerleri ben. İzin değilim. Bilmem senin saracağın yaramı ben. Bende değilim. Bilmem seni sevmeyi ben. Kalbim değilim. Bilmem senin varlığını yokluğunu ben. Ben de olmadım. Olmak nedir bilmem ben. Ham da değilim. Yanmak nedir bilmem ben. Sönmüş de değilim. Çıra olmak nedir bilir misin sen? Tutuşturmak koca dünyayı! Külünden Anka uçurmak kanatsız… Bilmem senin içinde kaç dünya gizli? Yanmak dilersen gel. Çıra olmayı iyi bilirim. Sen değilim. Pişmek işten bile değil göreceksin, ben değilim…
.

FATMA ZEHRA AKYİĞİT

FeZA














2 Nisan 2021 Cuma

DEĞİŞİR İNSAN ZAMAN VE MEKÂN


Yaşa! diyordu ısrarla herkes, ölüm kesiyordu yolunu her köşe başında, o, sadece dinliyordu. Zaman ise yollara revan insanın değişmesini beklemeden geçip gidiyordu. Kırışıyordu yüz, ağarıyordu saç, eğiliyordu baş… Gözler, inatla göğe bakıyordu fersiz. Nehir dün berrak, bugün bulanık… Yarın belki kuruyacaktı. Değişiyordu aslında insan, zaman ve mekân fakat aynı kalıyordu… (sizce ne?)

Sizce ne, diye sordum. Bu girişe şöyle filozofvari bir cevap verip edebiyatane bir gelişmeyle şiirsel bir sonuç, afilli olurdu aslında. Fakat uzun zaman oldu gelişine göre yazmayalı, özlemişim 🙂

Benim aklıma gelen ilk şey, yaratılmış olduğumuz gerçeği hep aynı kalıyor, oldu. Daha birkaç dakika geçmişti ki bir okurumuzdan, hisler, cevabı geldi. Tam da tahmin ettiğimiz üzere birilerinin aklından, değişimin kendisi, diye bir ezber geçti. Cevap bu kadar basit olamaz, deyip hummalı bir arayış başlattı birileri içinden. Ölüm, dedi biri, değişmeyen tek şey.

Şu anda melankolik rüzgarlarım esiyor olsaydı muhtemelen, insanoğlunun acizliği, derdim cevap olarak. Şu an neşeli olmak arzusunda bir ifadesizim. Cevap olarak neden yaratılmış olduğumuz dedim ki? Emmareye meyyal bu nefs hiç akıllanmaz mı? Hiç olmazsa, hakikat, deseydim ya… Hakikat hiç değişir mi birkaç bilimsel araştırmayla birkaç akıl yordamasıyla birkaç gönül yormasıyla…? Tam olarak neşeli bir ruh halinde olsaydım cevabım ne olurdu acaba? Kabz’ında arafında böyleyse…

Şu an neler yazdım neler okudunuz hiçbir fikrim yok. İçimden ne geldiyse o. Uykum geliyor gibi. Sabah ben de okurum artık, ne yazmış kalemim, kulluk gayretinde ne kadar değişmişim? Sahi ben niye geldim?..

Fatma Zehra Akyiğit 

FeZA

3 NİSAN 2021






 

 İnsana, şu ya da bu olduğu için değil de sırf “insan” olduğu için değer vermeyi öğrenebilseydik belki de insanlar kendilerini insan yerine konulmuş hissedebilmek için, çarpık bir duygu düşünce yanılsamasıyla, bunca “insanlık dışı” şeyler yapmaya meyletmeyecekti.

Beyhude.

Hayatta hep olması gerekenler olur. Bunun böyle olmaması gerekti, diyen biz oluruz. Ve olması gerektiğini düşündüğümüz gibi bir şeyler olması için de, ne hikmetse, kılımızı bile kıpırdatmayız. Üzerinde düşünülesi…

FeZA

30 Mart 2021 Salı

KONUŞ YA DA SUS

 Susmaya karar vermişti bir günlüğüne. Biliyordu olacakları. Belli belirsiz gülümsedi ihtiyar bir bilge edasıyla “görelim…” der gibi.

Susmuştu. Beklenen olmuştu. Yine aynı gülümseyiş, bu defa kırgın ve hırçın bir çocuk edasıyla “biliyordum…” der gibi.

Biraz afalladı. İçinden noktalarca, ünlemlerce susmak geliyordu ama virgüllerce konuşmalıydı. Çünkü birileri çıkmalı ve anlatmalıydı susanların içindekileri. Yazmalıydı da. Yazmalı ve susmalıydı korumak için samimiyeti. Neydi? Sormalıydı.

Sordu. Susuyordu okuyanlar. Kalemin gözlerinde, ağladı ağlayacak bir buğu…

Sanki soba yanıyor içeride, dışarıda yağmur yağıyor, nefes vererek buğulandırdığı cama işaret parmağıyla “samimiyet” yazıyor düşünmeyi öğrenen bir çocuk. Ve soruyor pencerenin ardında ortalığı birbirine katan rüzgâra “ne demek?”. Rüzgâr hırçın “bulutlara sor” diyor. Başını yukarı kaldırıp kara bulutları süzüyor gözleriyle çocuk. Bulutlar kırgın “bilenlere sor” diyor. Bakışları usulca önüne düşüyor çocuğun. Soruyor kalbine. Kalbi mahzun, susuyor. Bu kez aklına soruyor. Aklı cevval “konuş” diyor “yağmur yağarak rüzgâr eserek var, sen…” diyor “sen şu manzara gibi ağla ama es aynı zamanda ki titresin yürekleri insanların. Silkelen sen de…”

Dinledi. Durdu. Düşündü. Bekledi. Yine aynı gülümseyiş, bu defa çocuk saklandı, ihtiyar bilge uyukladı… O, sorgulamaya devam ederek öğrenmeye azmeden bir insan olarak “evet…” dedi “anlıyorum…” duraksadı bir lahza, sonra “bence…” dedi ve sakince konuşmaya devam etti.

Hatırladı “bilenlere sor, bilenlere sor, bilenlere sor…”. Bilenler susuyordu. Biliyordu, arayanlar buluyordu cevabı, çocuk, mütemadiyen arıyordu.

DEĞİŞİR İNSAN ZAMAN VE MEKÂN

 

Söyle, yüreğinde saklama. Tedavi olmak istiyorsan, yaranı açmalısın.” (Felsefenin Tesellisi, Boethius)


Ergen kalemi dediğinin yüzü sivilcelidir. Sivilce dediğin kızarır, şişer ve patlar! İğrendirici derecede uzaklaştırılmayı hak eder. Ve doğal bir şekilde patlayamayan sivilcelerin, kağıtlarda izi kalır. 


Ne mide bulandırıcı bir benzetme yaptım değil mi? Kullanmadığım fondötenimin renginden midir nedir, ince espriyi anlayanlar içinden gülsün, çoğunlukla halk tabiriyle temiz bir yüzüm oldu. Bu, diğer anlamından bağımsız mıdır bilmem, bizim oralarda aynı zamanda sivilcesiz ergenler için kullanılan bir tabirdir. Fakat kalemim…


İtiraf edeyim mi?

Çok nadiren yeni yazılarımdan okuyorsunuz. Şimdi sizlerle paylaştığım yazılarımın yüzde doksanını on dört ilâ on altı yaşlarımda, yüzde dokuzunu yirmili yaşlarımın başında ve kalan yüzde birini de şu sıralar yazdım. Yaptığım benzetmeyi nereye bağlayacağım? Açıklayayım.


Bu yazılarımı bahsettiğim yaşlarımda yazdığımda, hissediyordum. Ve hissettiklerim çoğunlukla içimde kalıyordu daha doğrusu defterimde… Çünkü yazdıklarımı okuyacak “gönül”lüler yoktu. Okuyanlar, kalemimdeki patlamaya hazır sivilcelerden hoşlanmayıp temiz yüzlü kelimeler yazmam gerektiğini söylüyordu. Fakat ben, ya kendimde ya da gözlemlerimde fark etmez, hissetmediğim bir şeyi yazarsam, kelimelerimi temiz yüzlü sayamam. On yıl geçmiş üzerinden her birinin. Gülesimi getiren durum nedir biliyor musun kıymetli okurum? O zamanlar içimde patlayan iltihaplı, rahatsız edici duygu düşünce fikirlerimi, görenin uzaklaşmak istediği hani, şimdi aynen olduğu gibi paylaştığımda şunları duyuyorum; “İçimde kıvranıp duran sancıyı o kadar güzel ifade etmişsin ki…” 

Dostlar!

Bunu “bakın o beğenmediğiniz sivilceli kalemim nasıl da ortaya döktü sizin de içinizde olan irinleri!” demek için söylemiyorum. Diyorum ki, yaşımız kaç olursa olsun, rahat bırakın kalemlerimizi, biz yazalım. Kasmayın bu kadar kendinizi “olmuş, tertemiz” yüzlerinizle de bir kulak verin anlamaya çalışın nelerden dem vuruyoruz? Okumaya, dinlemeye, anlamaya değer bulmak için kimyasal dolu çamaşır suyuna banılmış “tertemiz” yüzler beklemeyin karşınızda. Yara izimiz var bizim kalemlerimizin göz pınarında. Kirliyiz, günahlarımız var. İçinde bulunduğumuz imtihanların cahiliyiz, kaybettiklerimiz var. Nereye gittiğini bilmeksizin sürüklendiğimiz boşluklarımız var, bizi kendinizden ötelere itelemeyin. İçimize dönüp sorduklarımız var, cevapsızlığımızın sancılarında karanlıklarımız var, bizi güneş değiliz diye zifiri siyah sanmayın, yıldızlarımız var gözlerimizde ışıldayan. 


Düşünüyorum da, keşke bir ergen iken sıcağı sıcağına bu yazılarımı, kalem yüzümün sivilcesine bakmaksızın, “temiz” yürekle okuyan birileri olsaydı da ben de şimdi sizlere hatalarından gizil hüzünlerinden arınmış biri olarak tertemiz duygular düşünceler fikirler yazsaydım. 


Hayır, bu doğru değil. Böyle hissetmiyorum. Şimdi bu eski yazılarımı yeniden yeniden ve yeniden okurken ne düşünüyorum biliyor musunuz? 


Ergen kalemi dediğinin yüzü sivilcelidir, sivilce dediğin kızarır, şişer ve patlar! Sen kalemini olduğu gibi kabul edip ona kulak verip dediklerini anlamaya çalışmadıkça, izlerin içinde kalmaya devam edecek. Sonrasında ne olması muhtemel, sen tahmin et. Bırak, yüzüne bakmayan bakmasın. Sen sev kalemini. Tüm “temiz” yüzlüler gider de bir, sivilceli kalemin kalır, içinde kalmaktan iltihaplanmış kelimeleriyle. Onları okumaktan keyfi kaçan varsa, gelsin güzelini söylesin güzelleştirsin ya da sadece mırın kırın edip çekilecekse, okumasın bırak. Herkesin sivilcesi kalemde kitapta değil ki. Kimi dilde kimi gözde kimi kulakta kimi ellerinde… Kimisinin sivilcesi de neşeli şarkılar çalan gülüşlerinde, kimisinin, bakışlarını çakal öldüye vururca uykuya gömüşlerinde gizlenir, bunu da pek kimse bilmez. Kimin işine gelsin yüzleşmek kendi içindekiyle? Al birini vur ötekine! 


Aradığınız “temiz” yüzlü ergenlerden sayılı kaldı bu dünyada ahali! Gerisi doğuş sancılarında. Siz o “temiz” yüreklerinizle en iyisi, “yara izli” yüzlerini okuyun kalemlerimizin. Ve hissedin içinizde kalan irinleri. Rahatsız olun. Rahatsız olun ki temizlenmek ihtiyacını duyun. Hep beraber atalım ki içimizdeki “ergence” (bu ifadeyi çok daha güzel anlamlarla donatalım, akıl baliğ mesela…) kelimeleri,  eli kalem tutan gençlerimiz “er genci” olsun bu “insan vatanının”. Korkup kaçan, sessizliğe sinen değil, elindeki kalemle önce kendi gönlünü sonra da gönüllerimizi “insan”lığa fethedecek kadar cesurca ve sorumluluğunu özümseyerek özgürce yazanlar olsunlar. 


Sözüm meclisten içeri. Kalemimin hayatta kalmayı başaran sivilceli yazılarını sizlerle paylaşıp bitirdiğimde şimdiki aklımdan ve kalbimden geçenleri de yazmak isterim. Ben, bilenler bilir, yazarken düşünürüm, yazarken tanırım kendimi. Misal, yazarken açabilirim yaramı, yazarken merhem ararım ona, yazarken yapıştırırım yara bandımı ya da yazarken vururum kızgın neşteri… 


30 MART 2021







26 Mart 2021 Cuma

DEĞİŞİR İNSAN ZAMAN VE MEKAN


Büyümeniz gerektiğini anlarsınız ve artık büyümüş biri gibi davranmaya başlarsınız. Bu "gibi" yi o kadar sık yaparsınız ki inanmaya başlarsınız büyümüş olduğunuza. Ona buna nasihat dağıtmanın ne yaşı ne de bir vakti vardır artık, bol keseden... Komik olan da nedir biliyor musunuz, nasihat verdiğinizi zannettiğiniz kişi aslında o konuda sizden daha yetkin biriyse ve siz bilmiş bilmiş laf kalabalığı yapıyorsanız... Sizin; o zat-ı muhteremin, muhtemelen, acımakla karışık hoşgörülü bir tebessümle "evet, anlıyorum" dercesine incelikli bir uyarısına karşın mahcuben "evet, anlıyorum" demeniz... Manidar. 

Bugünden kendime not "Kişi haddin bilmeli".

Aslında sözüm bitti. Daha yazsam ne yazacağım, zorlama ifadeler (!). Kalemimden hiç öyle bir söz duymadım. Ne yazdıysam hissettim, belki öyle zannettim bazı kelimeleri ama olsun, bir anda gelmiş ve geçmiş de olsalar, hissetmişimdir ki yazmışım. Riskli bir kelam ettim şu an farkındayım. "Günlerden bir gün şöyle şöyle yazmıştın, gerçek miydi?" Belki benim belki de kendim gibi hissettiklerimin gerçeği, benim ise yalanımdı. 

Ya siz? Bütün doğrular sizin mi? Bütün yalancıktan olanlar başkalarının mı? Durun durun konu değiştirmedim. Hani bazen hiç kimse bir düşünceyi bizim kadar taşımamış, hiç kimse bir duyguyu ya da yaşam tecrübesini bizim kadar derin yaşamamış sanrısına kapılırız... Ne kadar benciyiz böyle! Bu kadar "biricik" değiliz zira Bir'in kulu olarak illaki aciz, bir yanımız. Bir ben bilirim o derdi bir de Allah! Yanılıyorsunuzdur çoğu zaman, bildiğinizi sadece zannedersiniz. Bilmezsiniz ki sizin dert sandığınız şey aslında bir dermandır. Ve siz "ben bilirim" dediğinizle kalırsınız. Her şeyi bilenin huzuruna vardığınızda ise alır aklınız ve kalbiniz dersini ve siz, mahcuben "evet, anlıyorum" dersiniz. Ne manidar. 
.
FATMA ZEHRA AKYİĞİT
FeZA


 

20 Mart 2021 Cumartesi

ÖZEL YAZIM (4)

Kıymetli okurum,

Hani artık kalmak ve mücadele etmek istiyorum gitmek değil, demiştim ya... Bir dergi kurdum. Eğitim hayatıma devam ediyorum. Yeteneklerimi geliştirmeye devam ediyorum. Ve hata yapsam ve affedilmesem de kaçıp kabuğuma saklanmıyorum. 

Biraz yabancı geliyor bana buralar. Boş odamda bir ben bir kendim yalnızlığıma dost iken, şimdi binlerce insan ve bir başıma yalnızlığımla ben, dost olamıyorum. El gibi geliyor düşüncelerim. İçim kalemime küstü gibi. Ve ben, biliyorsun, hissetmediğimi yazamam. Bu yüzden sen hariç kimsenin okuduğu değilim. Allah cc bir hazine idi, bilinmeyi istedi, yarattı insanı. FeZA aciz bir kul kendini bildi bileli, okunmayı diledi hâl böyleyken, yazdırdı kaleme nefsinin hâllerini. Bu bir iç muhasebe mi bilemiyorum. Hoş, şu sıralar bir acayip gafletteyim. Ne zaman olmadım ki? 







YAZILMAMIŞ KİTABIMIN ÖNSÖZÜ



Değerli okur, şu andan itibaren bir okur değilsin. Bu elindeki de bir kitap değil. Çünkü bu kitabı -görünen gerçeğe bakarsak bir kitap- okumaya devam etmeye karar verdiysen benim ve benim gibi olan herkesin defterimiz olmayı göze alıyorsun demektir. Baştan söylüyorum, işin zor. Kaldırabileceksen başla.
Başlıyorsan, safalar getirdin. İyi ki geldin. Bunu daha sonra yazacaktım ama şimdi yapıyorum işte, biliyor musun insanların kendi yüksek enerjilerini (!) düşürmesinler diye acı çeken insanlardan uzak durmalarına– aslında sorun bu değil çünkü ben de acı çektiğinin farkında olup çözüm aramayan insanlara mesafeliyimdir (sadece mesafeli) – illetli gibi onlardan kaçmakla kalmayıp dinlemeye, anlamaya bile tenezzül etmeden afilli ama ucuz eleştiriler yağdırmalarına dayanamıyorum. Bir de içimizi çok iyi görebilirmiş gibi akıl vermeleri yok mu?!
Her neyse. İlk vazifen şu; susmak. Sessiz olman gerek çünkü burada yeterince gürültü var. Deftersin, defterler konuşmaz.
Sana anlatmak istediğimiz o kadar çok şey var ki. “İçimde kalsın” deyip yutkunmak zorunda kaldığımız… Seni tekrar uyarıyorum, nasıl bir dehlize düştüm ben böyle demeden git istersen. Çünkü sana hemen açılamayız. Sana güvenip güvenemeyeceğimizi bilmiyoruz bile.
Bizimleysen, ikinci vazifen; yanımızda kalmak. Defterlerin kafası atınca gitme özgürlüğü yoktur. Biz ne zaman sana gelirsek o zaman hazır bulunacaksın. Yazacağız sana. İçin dolacak. Kusacak yer bulamayacaksın çoğu zaman. İşte o zaman bizi anlamaya başlayacaksın. Sana ihtiyacımız var anlıyor musun? Senin de içinde kalanlar var. Bilmediğimizi mi sanıyorsun?
Hala buradaysan, üçüncü vazifen; dinlemek. Söyleyeceklerimizi aklının, kalbinin, ruhunun, bedeninin, hayatının, gecelerinin, kendi güneşinin filtresinden geçirerek dinle. Sıradan defterlerin bunu yapacak mahareti yoktur. E senin biraz farkın olsun değil mi? Sen son model bir deftersin.
Bak, seni şiddetle uyarıyorum. Sakın bize acıma. Seveceksen buyur, şefkat göstereceksen amenna, katlanmayı göze alıyorsan bile minnet bekleme… Ama bize acıyarak baktığını fark edersek kapı dışarı edilirsin. İçeride kal nolur diyemesek de kırgın ve öfkeliyken, dışarıda üşürsün, üşüme, geri dön. Döneceksen unutma, burası seni yakabilir. Ateşten korkmuyorsan gel. Gelirsen, yanmadan ısınmanın bir yolunu buluruz.
Dördüncü vazifen; sarılmak. Sus, yanımızda kal, dinle, sarıl… Hayır, tabi ki bitmedi vazifelerin. Aklımıza geldikçe yeni icatlar açacağız başına. Sesimiz çıkmadığına bakma. Az psikopat da değiliz hani. Tanışırız zamanla.
Sanırım beşinci vazifen de; yap dediğimizi yapıp yaptığımızı yapmamak olacak. Bilmem kaç insanın – evet biz de insanız- iç dünyasında neler yaşadığını duyacaksın. Nasıl gömüldüğü topraktan çiçek olup doğduklarına şahit olacaksın. Biraz ağır gelebilir ama bizzat öleceksin. Bizzat açacaksın, mis gibi kokacaksın –belki herkese göre mis gibi olmayabilir, sarı papatya kokusunu ve çıtlık kokusunu hiç sevmem, ama bizim komşu teyze ve annem çok sever- her şeyi bizimle birlikte yaşayacaksın. Okumayı bitirdiğinde bile. Çünkü gözlerin birkaç piksel daha açılacak. Bizi gördüğün yerde tanıyacaksın. Bize doğru birkaç adım attığında, nasıl koşup boynuna atlayacağız çocuk gibi, tahmin bile edemezsin, mutluluk ümidimiz olacaksın.
Sonuna kadar hayatta kalmayı başarırsan, öbür dünyada – okuman bittiğinde canıım- altıncı vazifeni üstleneceksin; cimri olma. Cömert ol. Sadece güzel şeylerin ikram edilebileceğini öğrettiler sana değil mi? Tek başına bu doğru değil. Unut onu. Biz senin defterlerin olmaya hazırız. Cömertçe yaz bize içinde kalan her şeyi. Hepsine ihtiyacımız var. Kesintisiz mutluluk yalanlarının bizi dışarıya hapsetmesini istemiyoruz. İçimizde uçsuz bucaksız bir yaşam var. Onlar anlamazlar. Arka bahçemizde neler olup bitiyor akılları almaz. Anlamalarını da beklemiyoruz zaten. Bunun için dert etme sen, bize tüm gerçekleriyle, yalanlarıyla, hayalleriyle, komikliğiyle, maneviyatıyla, kabuslarıyla… Ne varsa artık sen daha iyi bilirsin, anlat. Tek kelime etmeden dinleyeceğiz. Yanında kalacağız, sarılacağız. Tamam tamam, yap dediğini yaparız yapma dediğini yapmayız. Sadece seveceğiz seni ve sana karşı şefkatli olacağız. – bundan öncesi tamam da bundan sonra dayaklık işler yapmamaya özen göstersen iyi olur- şaka şaka -ciddiye alsan iyi edersin dostum.
Şimdi aşağıdaki iş başvuru formunu doldurarak -sana güvenebilir miyiz görelim- biraz bilgi ver bakalım.


1= -son model- Defter olmak istiyor musunuz?
2= Neden –son model- bir defter olmaya karar verdiniz ya da vermediniz?
3= (bir önceki soruya olumlu yanıt verdiyseniz) Ne zamana kadar –son model- bir defter olacaksınız?
İŞVERENİN NOTU: İşe alınıp alınmadığınızı iş bittiğinde öğreneceksiniz.


YAZAR: fatma zehra akyiğit 
İMZA: fza


17 Mart 2021 Çarşamba

CETVELLER NE İŞE YARAR?


Siz yalandan özgür 

Ben kendime tutsak

FeZA

.

Sakindi çoğu zaman. 

İfadesini kaybetmiş suretinde; her bakan, görmekten korktuğunu ya da görmeyi umduğunu gördü. Onun ise, içindeki kavgayı susturmaya çalışırken, dışarıdan nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikri yoktu. 

Ayakkabısı hâlâ bahçedeki toprağın çamurunu sürüyordu kaldırımlarda yürürken. Ayakkabısının çözülüp sağda solda gevezelik eden iplerine yanlışlıkla basınca arada bir tökezliyor, sonra çevik bir hareketle yeniden doğruluyordu. İpler, defalarca kurdela şeklinde düğümlemesine rağmen ısrarla çözülüyordu. Onlarla okul kapısına yaklaşınca ilgilenmeye karar verdi. Ceketinin kol ağzı, daha önceden silinip kurumuş ve yeni silinmiş ıslak sümüklerin izleriyle kaplanmıştı. Elleri en son tuvaletten çıktığında yıkanmış, dişleri üç gün önceki misafir yemeğinden sonra fırçalanmıştı. Mavi önlüğünün beyaz çiçekli yakasında küçük bir yemek lekesi kalmıştı ama önemi yoktu çünkü yakanın yüzde doksan dokuzluk bir kısmı hâlâ beyaz ve tertemizdi. Şu öğretmenleri de anlamıyordu. Neden sadece lekeleri görüyorlardı? Belki o leke yıkanmasına rağmen çıkmamıştı ve belki de öğrencinin lekesiz bir beyaz yaka alacak parası yoktu. Bunları düşünmenin bir anlamı yoktu, öğretmenler hâlden anlamaz insanlardı. Hemen tembel ve sorumsuz damgasını yapıştırırlardı. 

Evet tembel de diyorlardı ona. Büyük sınavlarda iyi puanlar almasına rağmen, tek suçu günlük ödevlerini yapmıyor olmasıydı. Bazen annesine yaptırırdı ödevlerini ama çoğu zaman annesini de yormamak adına ödevi yokmuş gibi davranırdı. Neden mi? Tembeldi çünkü öğretmenlere göre, sınıf ortasında öğretmen tarafından "geri zekâlı!" diye çağırılacak kadar akılsızdı. Herkes öyle biliyordu. Fakat sırlarını paylaştığı bulutlar ve kaldırım taşları gayet iyi biliyordu ki, o, doğru yapmak için çaba gösterdiği bir ödevde yanlış yaptığı olmuşsa, ödevler kontrol edilirken öğretmenin, onun saçlarını ve kulağını çekmesini istemiyordu. Böyle olunca hiçbir zaman hiçbir şeyi yapmaya çabalamak istemiyordu. Bunun için çözüm bulmuştu işte. Ödevlerini yapmaya hiç uğraşmıyordu. Hiç olmazsa yapmadığı için haklı olarak ceza alıyordu. Yapmaya çalışmasına rağmen haksız yere ceza almıyordu aklınca. Haklıydı. Yöntemi, öğrenme isteğini baltalamaması adına işe yarıyordu. Eve döndüğünde babasının kitaplığından en büyük kitapları eline alıp içindekiler kısmındaki başlıklardan sadece kendi merak ettiklerini açıp doya doya okumaya anlamaya çalışıyordu. 

Yürüyordu hâlâ. Okula varmasına az bir mesafe kalmıştı. Saçındaki miki mikilerden biri bozulmuştu. Tokasının lastiği iyice gevşemişti. Yeniden daha fazla kıvırarak bağlamaya çalıştı. Annesinin bağladığı yukarıdayken kendi bağladığı ise aşağıda kalmıştı. Farkında bile değildi. Nihayet İstiklal Marşı ve andımız sırasına yetişebilmişti. En arkadaydı. Mavi önlüğünün kol düğmelerini ilikleyip iliklemediğine, saçlarının toplu olup olmadığına, eteğinin boyuna ve kalbine baktı son bir kez. Hepsi yerli yerindeydi. Okul Müdürü yardımcısı mikrofonu eline aldı ve temizlik düzen kontrolü yapacağını söyledi. Herkes aceleyle toparlanmaya çalıştı. 

Kontrol sırası ona geldiğinde korkudan tüm vücudunu buz gibi bir ateş kaplamıştı. Müdür yardımcısının elindeki cetvel zengin çocukların cetvelindendi. Esneyebiliyor ve ne kadar sert vurursa vursun kırılmıyordu. Evet, ayakkabı bağcıklarını bağlamayı unutmuştu, miki mikileri dengesizdi, ayağında gri değil de beyaz çorap vardı, yakasında yemek lekesi vardı, yaklaşırken gaflet edip müdür yardımcısının yüzüne bakmıştı. 

Elleri kıpkırmızı olmuştu. Biraz da morarmıştı. Uyuşmuş ve karıncalanmıştı. Sınıfa girip sırasına oturduğunda çantasını sırtından çıkarıp büyük bölmesinin fermuarını açıp ders kitabını çıkarabilmek için arkadaşı Hilal'den yardım istemeye karar verdi. Sınıfa doğru yürürken gözlerindeki buğuyu tutmaya çalışıyordu. Düşündü. Cetveller doğruları çizmek için icat edilmişti. Ama kalbindeki bir şeylerin eğrildiğini hissetti. Müdür yardımcısını şimdi daha da az seviyordu. Eli biraz iyileşsin, hemen yapacağı ilk iş çantasındaki ucuz kırılgan cetvelini çıkarıp defterine dosdoğru bir çizgi çizmek olacaktı. Sonra o çizgiyi çiçeklerle süsleyecekti. İntikamını böyle alacaktı aklınca. 

Yardım ettiği için Hilal'e teşekkür edip işe koyuldu. Bu sırada öğretmen gelmiş, derse başlamıştı. O doğruyu çizmiş, dersi dinlerken çeşit çeşit çiçekler tasarlamıştı. Ses ve çizgi aynı anda titreşirdi zihninde, ne çizeceğini önceden bilmemek heyecan vericiydi. Dinlediği şey her ne uyandırdıysa içinde, ona göre şekillenirdi çizgiler. Bitmişti işte. Çizimine bakıp gülümsedi. Şimdi Müdür yardımcısına olan öfkesi biraz daha hafiflemişti. Derin bir nefes alırken başını kaldırıp yazı tahtasına bakmak istedi. Fakat... Neye uğradığını anlayamadan, ders dışında işlerle uğraştığı gerekçesiyle ikinci cetvelin eğri tarafını bu kez sırtında hissetti. Gözlerindeki buğuyla kapandı görüşü. Yüzündeki tebessüm yavaşça silindi. Bu kez gaflet edip öğretmenin yüzüne bakmadı. Göz ucuyla sınıfa baktı, Özgür ve Özcan hariç herkes ona bakıp kıkırdıyordu. Sınıftaki diğer "tembeller" bile... Kulaklarında öğretmenin "hem akılsızsın hem de dersi dinlemiyorsun geri zekalı!" cümleleri uğulduyordu.

Okul dönüşü eve doğru yürürken bir taraftan burnunu, kolunun iç kısmına, siliyor diğer taraftan kocaman ve hışımlı adımlar atıyor, kısık bir sesle kesik kesik tekrarlıyordu 

"Cetveller doğruları çizmek için var ve ben çizdiğim doğrularımı çiçeklerle süsleyeceğim. Sizin dikenlerinizden korkmuyorum!" 

Fatma Zehra Akyiğit 


Siz yalandan doğru

Ben kendime eğri

FeZA


13 Mart 2021 Cumartesi

CAM SURAT 2


İyi hissettirmişti düşünmek...

Gülümsüyordu. Göz pınarından el sallayan, toprağından firar etmiş bir kirpik dikkatini çekti. Elini muhatabının gözlerine doğru uzattı. O firariyi oradan alıp baş parmağı ile işaret parmağı arasından üfleyip atmak istedi. 

İşte! Gün gibi görüyordu onu fakat dokunabildiği yerde sadece soğuk ve kaygan bir cam vardı. Gözlerini kırpıştırdı. Kirpik batınca göz akı; incecik, kan oturmuş çatallarla kaplandı. Bu rahatsız ediciydi. Ellerini yumruk yapıp işaret parmağının eklemiyle bastırarak ovaladı. Geçmiyordu. Çareyi, önce ellerini sonra da gözlerini yıkamakta aradı. Biraz rahatlamıştı fakat gözlerini açmakta zorlanıyordu. Cam Suratı duvarda asılı olduğu çividen dikkatli bir şekilde çıkardı, onunla birlikte salondaki kanepeye sırtüstü uzandı. Muhattabını göğsüne bastırırken, kapattı gözlerini. 

Zihninde olup biteni geri sarmaya çalıştı. Toprağından, aslından kaçan kirpiği neden uzaklaştırmak istemişti? Onu tutup atmak için neden bizzat bedeninde bulunan gözlerine değil de Cam suratın gözlerine doğru uzatmıştı ellerini? 

"Beni insan özümden firar ettiren gafletimdi belli ki o kirpik. Ben onu kendi nefsimde aramak yerine, mü'min sıfatıma ayna olan mü'min kardeşimde aradım. Bu ayan beyan görünen gaflet hâlinden rahatsız oldum. (Kirpiğin doğduğu toprak yine kendi bedenimdi. Nisyan da varlığıma dahildi belli ki) Onu çıkarıp atmak istedim. Baktım, tam da mü'min kardeşimin göz pınarında duruyordu. Ona söyledim "Gaflettesin!". Duymadı. Ona söyledim "Bırak şu gafleti de rahatça gör hakikati!" dinlememekte ısrar ediyordu. Ben ise o kendini iyileştiremedikçe kendi kendimi yiyordum. Canım acıyordu onu gaflet içinde gördükçe. İyi olmasını istiyordum. Fakat ne kadar çabalarsam çabalayayım, ne gaflet ondan gidiyordu ne de firari kirpik, Cam Suratın göz pınarından. Başaramadım. Gaflet, bizzat gözlerime battıkça batıyor öfkem kızardıkça, kendimi görme yetimi kaybediyordum. Dayanamadım. İstemsizce sulandı gözlerim, ben, bile isteye ağladım. Kendi gafletimi tanıyıp kendimi ondan kurtaramayacak kadar acizdim. Göz pınarımı suya boğdum, özümden bir damlayı kalbime akıttım. Yıkandık, önümüzü görmeye yetecek kadar. Karanlık mağaradan güneşe çıkan adamınki gibi yandı bakışlarımız. Açmakta zorlansam da kalbimi, hafifçe araladım ve Cam Suratı kucağıma, mü'min kardeşimi dualarıma alıp biraz dinlenmeye karar verdim. Şimdi üzerine uzandığım kanepe neyin işareti bilemiyorum. Şu, göğsüme sımsıkı bastırdığım Cam Surat; nefsim mi yoksa mü'min kardeşim mi bilemiyorum. Şimdi açsam gözlerimi, kendimi o mağaranın kör karanlığında mı yoksa gün ışığının sükûnetinde mi bulacağım bilemediğimden, sanırım ben... Gözlerimi açmaya da sonsuza kadar gözlerimin kapalı kalmasından da korkuyorum."

Toprağında hâlâ taptaze duran çimenler gibi titriyordu kirpikleri. Bir süre daha direndi zihninde dönüp duran sorgularla. Ve nihayet pes etti.

(Hikaye bitti mi devam edecek mi Allah bilir...)





27 Şubat 2021 Cumartesi

DEĞİŞİR İNSAN ZAMAN VE MEKAN

 

Sıfırı tükettiğimde kayboldum. Kaybolduğumda aklıma geldi kendimi aramak. Aramaya başladığımda buldum her bin parçamı bir yüzümden düşerken. Düşerken gördüm, kıyısında ölümü beklediğim uçurumdan uçarken buldum kendimi. Yere yapışmaya ramak kala havalandığımı gördüm. Çok sert düştüm sonra toz pembe hayallerim morardı çok ağrıdım. Umursamamayı öğrendim. Ölü bildim kendimi, ölüler hissetmez, hissizleştim. Kendimi buldukça içimden çıktım. İçimden çıktım şimdi evet, olmadığım yerlerdeyim şimdi. Bedenim serbest, ruhum özgür, siyah benim, yeri geliyor renksizim, pembe benim, gri ben… Beyaz sizin olsun tüm renkler benim. Kendimi seviyorum. Bir ölüden nefret etmenin anlamı yok ama bir ölüyü sevin. Ondan sessizi yok! Sessizliği seviyorum. Beni ziyarete gelirseniz gülümseyin ben ölürken gülümsüyordum. Dünya kabristanında yaşıyorum şu an adresim belli. Gelin. Gidin de isterseniz. Fani bedenimde ruhum için sonsuzluk şimdi başlıyor. Siz de ölmek için ölmeyi beklemeyin o çok geç geliyor. Gelmiyor bile. Kendinizi öldü bilin. O zaman siliniyor tüm korkularınız. Siliniyorsunuz ve baştan yazılıyorsunuz. Her azaptan sonra yeniden doğuyorsunuz.

.
FATMA ZEHRA AKYIGIT 
FeZA

YENİ YAZIMI OKUMAK İSTİYORSUN

DEĞİSİR İNSAN ZAMAN VE MEKÂN (32)

İnsanın kelimesi kalmaması nasıldır bilir misin? Bilirsin elbet. Birçok kereler yaşadın böyle zamanları. Ve inanırım, senin imtihanın da sen...