30 Mart 2021 Salı

KONUŞ YA DA SUS

 Susmaya karar vermişti bir günlüğüne. Biliyordu olacakları. Belli belirsiz gülümsedi ihtiyar bir bilge edasıyla “görelim…” der gibi.

Susmuştu. Beklenen olmuştu. Yine aynı gülümseyiş, bu defa kırgın ve hırçın bir çocuk edasıyla “biliyordum…” der gibi.

Biraz afalladı. İçinden noktalarca, ünlemlerce susmak geliyordu ama virgüllerce konuşmalıydı. Çünkü birileri çıkmalı ve anlatmalıydı susanların içindekileri. Yazmalıydı da. Yazmalı ve susmalıydı korumak için samimiyeti. Neydi? Sormalıydı.

Sordu. Susuyordu okuyanlar. Kalemin gözlerinde, ağladı ağlayacak bir buğu…

Sanki soba yanıyor içeride, dışarıda yağmur yağıyor, nefes vererek buğulandırdığı cama işaret parmağıyla “samimiyet” yazıyor düşünmeyi öğrenen bir çocuk. Ve soruyor pencerenin ardında ortalığı birbirine katan rüzgâra “ne demek?”. Rüzgâr hırçın “bulutlara sor” diyor. Başını yukarı kaldırıp kara bulutları süzüyor gözleriyle çocuk. Bulutlar kırgın “bilenlere sor” diyor. Bakışları usulca önüne düşüyor çocuğun. Soruyor kalbine. Kalbi mahzun, susuyor. Bu kez aklına soruyor. Aklı cevval “konuş” diyor “yağmur yağarak rüzgâr eserek var, sen…” diyor “sen şu manzara gibi ağla ama es aynı zamanda ki titresin yürekleri insanların. Silkelen sen de…”

Dinledi. Durdu. Düşündü. Bekledi. Yine aynı gülümseyiş, bu defa çocuk saklandı, ihtiyar bilge uyukladı… O, sorgulamaya devam ederek öğrenmeye azmeden bir insan olarak “evet…” dedi “anlıyorum…” duraksadı bir lahza, sonra “bence…” dedi ve sakince konuşmaya devam etti.

Hatırladı “bilenlere sor, bilenlere sor, bilenlere sor…”. Bilenler susuyordu. Biliyordu, arayanlar buluyordu cevabı, çocuk, mütemadiyen arıyordu.

DEĞİŞİR İNSAN ZAMAN VE MEKÂN

 

Söyle, yüreğinde saklama. Tedavi olmak istiyorsan, yaranı açmalısın.” (Felsefenin Tesellisi, Boethius)


Ergen kalemi dediğinin yüzü sivilcelidir. Sivilce dediğin kızarır, şişer ve patlar! İğrendirici derecede uzaklaştırılmayı hak eder. Ve doğal bir şekilde patlayamayan sivilcelerin, kağıtlarda izi kalır. 


Ne mide bulandırıcı bir benzetme yaptım değil mi? Kullanmadığım fondötenimin renginden midir nedir, ince espriyi anlayanlar içinden gülsün, çoğunlukla halk tabiriyle temiz bir yüzüm oldu. Bu, diğer anlamından bağımsız mıdır bilmem, bizim oralarda aynı zamanda sivilcesiz ergenler için kullanılan bir tabirdir. Fakat kalemim…


İtiraf edeyim mi?

Çok nadiren yeni yazılarımdan okuyorsunuz. Şimdi sizlerle paylaştığım yazılarımın yüzde doksanını on dört ilâ on altı yaşlarımda, yüzde dokuzunu yirmili yaşlarımın başında ve kalan yüzde birini de şu sıralar yazdım. Yaptığım benzetmeyi nereye bağlayacağım? Açıklayayım.


Bu yazılarımı bahsettiğim yaşlarımda yazdığımda, hissediyordum. Ve hissettiklerim çoğunlukla içimde kalıyordu daha doğrusu defterimde… Çünkü yazdıklarımı okuyacak “gönül”lüler yoktu. Okuyanlar, kalemimdeki patlamaya hazır sivilcelerden hoşlanmayıp temiz yüzlü kelimeler yazmam gerektiğini söylüyordu. Fakat ben, ya kendimde ya da gözlemlerimde fark etmez, hissetmediğim bir şeyi yazarsam, kelimelerimi temiz yüzlü sayamam. On yıl geçmiş üzerinden her birinin. Gülesimi getiren durum nedir biliyor musun kıymetli okurum? O zamanlar içimde patlayan iltihaplı, rahatsız edici duygu düşünce fikirlerimi, görenin uzaklaşmak istediği hani, şimdi aynen olduğu gibi paylaştığımda şunları duyuyorum; “İçimde kıvranıp duran sancıyı o kadar güzel ifade etmişsin ki…” 

Dostlar!

Bunu “bakın o beğenmediğiniz sivilceli kalemim nasıl da ortaya döktü sizin de içinizde olan irinleri!” demek için söylemiyorum. Diyorum ki, yaşımız kaç olursa olsun, rahat bırakın kalemlerimizi, biz yazalım. Kasmayın bu kadar kendinizi “olmuş, tertemiz” yüzlerinizle de bir kulak verin anlamaya çalışın nelerden dem vuruyoruz? Okumaya, dinlemeye, anlamaya değer bulmak için kimyasal dolu çamaşır suyuna banılmış “tertemiz” yüzler beklemeyin karşınızda. Yara izimiz var bizim kalemlerimizin göz pınarında. Kirliyiz, günahlarımız var. İçinde bulunduğumuz imtihanların cahiliyiz, kaybettiklerimiz var. Nereye gittiğini bilmeksizin sürüklendiğimiz boşluklarımız var, bizi kendinizden ötelere itelemeyin. İçimize dönüp sorduklarımız var, cevapsızlığımızın sancılarında karanlıklarımız var, bizi güneş değiliz diye zifiri siyah sanmayın, yıldızlarımız var gözlerimizde ışıldayan. 


Düşünüyorum da, keşke bir ergen iken sıcağı sıcağına bu yazılarımı, kalem yüzümün sivilcesine bakmaksızın, “temiz” yürekle okuyan birileri olsaydı da ben de şimdi sizlere hatalarından gizil hüzünlerinden arınmış biri olarak tertemiz duygular düşünceler fikirler yazsaydım. 


Hayır, bu doğru değil. Böyle hissetmiyorum. Şimdi bu eski yazılarımı yeniden yeniden ve yeniden okurken ne düşünüyorum biliyor musunuz? 


Ergen kalemi dediğinin yüzü sivilcelidir, sivilce dediğin kızarır, şişer ve patlar! Sen kalemini olduğu gibi kabul edip ona kulak verip dediklerini anlamaya çalışmadıkça, izlerin içinde kalmaya devam edecek. Sonrasında ne olması muhtemel, sen tahmin et. Bırak, yüzüne bakmayan bakmasın. Sen sev kalemini. Tüm “temiz” yüzlüler gider de bir, sivilceli kalemin kalır, içinde kalmaktan iltihaplanmış kelimeleriyle. Onları okumaktan keyfi kaçan varsa, gelsin güzelini söylesin güzelleştirsin ya da sadece mırın kırın edip çekilecekse, okumasın bırak. Herkesin sivilcesi kalemde kitapta değil ki. Kimi dilde kimi gözde kimi kulakta kimi ellerinde… Kimisinin sivilcesi de neşeli şarkılar çalan gülüşlerinde, kimisinin, bakışlarını çakal öldüye vururca uykuya gömüşlerinde gizlenir, bunu da pek kimse bilmez. Kimin işine gelsin yüzleşmek kendi içindekiyle? Al birini vur ötekine! 


Aradığınız “temiz” yüzlü ergenlerden sayılı kaldı bu dünyada ahali! Gerisi doğuş sancılarında. Siz o “temiz” yüreklerinizle en iyisi, “yara izli” yüzlerini okuyun kalemlerimizin. Ve hissedin içinizde kalan irinleri. Rahatsız olun. Rahatsız olun ki temizlenmek ihtiyacını duyun. Hep beraber atalım ki içimizdeki “ergence” (bu ifadeyi çok daha güzel anlamlarla donatalım, akıl baliğ mesela…) kelimeleri,  eli kalem tutan gençlerimiz “er genci” olsun bu “insan vatanının”. Korkup kaçan, sessizliğe sinen değil, elindeki kalemle önce kendi gönlünü sonra da gönüllerimizi “insan”lığa fethedecek kadar cesurca ve sorumluluğunu özümseyerek özgürce yazanlar olsunlar. 


Sözüm meclisten içeri. Kalemimin hayatta kalmayı başaran sivilceli yazılarını sizlerle paylaşıp bitirdiğimde şimdiki aklımdan ve kalbimden geçenleri de yazmak isterim. Ben, bilenler bilir, yazarken düşünürüm, yazarken tanırım kendimi. Misal, yazarken açabilirim yaramı, yazarken merhem ararım ona, yazarken yapıştırırım yara bandımı ya da yazarken vururum kızgın neşteri… 


30 MART 2021







26 Mart 2021 Cuma

DEĞİŞİR İNSAN ZAMAN VE MEKAN


Büyümeniz gerektiğini anlarsınız ve artık büyümüş biri gibi davranmaya başlarsınız. Bu "gibi" yi o kadar sık yaparsınız ki inanmaya başlarsınız büyümüş olduğunuza. Ona buna nasihat dağıtmanın ne yaşı ne de bir vakti vardır artık, bol keseden... Komik olan da nedir biliyor musunuz, nasihat verdiğinizi zannettiğiniz kişi aslında o konuda sizden daha yetkin biriyse ve siz bilmiş bilmiş laf kalabalığı yapıyorsanız... Sizin; o zat-ı muhteremin, muhtemelen, acımakla karışık hoşgörülü bir tebessümle "evet, anlıyorum" dercesine incelikli bir uyarısına karşın mahcuben "evet, anlıyorum" demeniz... Manidar. 

Bugünden kendime not "Kişi haddin bilmeli".

Aslında sözüm bitti. Daha yazsam ne yazacağım, zorlama ifadeler (!). Kalemimden hiç öyle bir söz duymadım. Ne yazdıysam hissettim, belki öyle zannettim bazı kelimeleri ama olsun, bir anda gelmiş ve geçmiş de olsalar, hissetmişimdir ki yazmışım. Riskli bir kelam ettim şu an farkındayım. "Günlerden bir gün şöyle şöyle yazmıştın, gerçek miydi?" Belki benim belki de kendim gibi hissettiklerimin gerçeği, benim ise yalanımdı. 

Ya siz? Bütün doğrular sizin mi? Bütün yalancıktan olanlar başkalarının mı? Durun durun konu değiştirmedim. Hani bazen hiç kimse bir düşünceyi bizim kadar taşımamış, hiç kimse bir duyguyu ya da yaşam tecrübesini bizim kadar derin yaşamamış sanrısına kapılırız... Ne kadar benciyiz böyle! Bu kadar "biricik" değiliz zira Bir'in kulu olarak illaki aciz, bir yanımız. Bir ben bilirim o derdi bir de Allah! Yanılıyorsunuzdur çoğu zaman, bildiğinizi sadece zannedersiniz. Bilmezsiniz ki sizin dert sandığınız şey aslında bir dermandır. Ve siz "ben bilirim" dediğinizle kalırsınız. Her şeyi bilenin huzuruna vardığınızda ise alır aklınız ve kalbiniz dersini ve siz, mahcuben "evet, anlıyorum" dersiniz. Ne manidar. 
.
FATMA ZEHRA AKYİĞİT
FeZA


 

20 Mart 2021 Cumartesi

ÖZEL YAZIM (4)

Kıymetli okurum,

Hani artık kalmak ve mücadele etmek istiyorum gitmek değil, demiştim ya... Bir dergi kurdum. Eğitim hayatıma devam ediyorum. Yeteneklerimi geliştirmeye devam ediyorum. Ve hata yapsam ve affedilmesem de kaçıp kabuğuma saklanmıyorum. 

Biraz yabancı geliyor bana buralar. Boş odamda bir ben bir kendim yalnızlığıma dost iken, şimdi binlerce insan ve bir başıma yalnızlığımla ben, dost olamıyorum. El gibi geliyor düşüncelerim. İçim kalemime küstü gibi. Ve ben, biliyorsun, hissetmediğimi yazamam. Bu yüzden sen hariç kimsenin okuduğu değilim. Allah cc bir hazine idi, bilinmeyi istedi, yarattı insanı. FeZA aciz bir kul kendini bildi bileli, okunmayı diledi hâl böyleyken, yazdırdı kaleme nefsinin hâllerini. Bu bir iç muhasebe mi bilemiyorum. Hoş, şu sıralar bir acayip gafletteyim. Ne zaman olmadım ki? 







YAZILMAMIŞ KİTABIMIN ÖNSÖZÜ



Değerli okur, şu andan itibaren bir okur değilsin. Bu elindeki de bir kitap değil. Çünkü bu kitabı -görünen gerçeğe bakarsak bir kitap- okumaya devam etmeye karar verdiysen benim ve benim gibi olan herkesin defterimiz olmayı göze alıyorsun demektir. Baştan söylüyorum, işin zor. Kaldırabileceksen başla.
Başlıyorsan, safalar getirdin. İyi ki geldin. Bunu daha sonra yazacaktım ama şimdi yapıyorum işte, biliyor musun insanların kendi yüksek enerjilerini (!) düşürmesinler diye acı çeken insanlardan uzak durmalarına– aslında sorun bu değil çünkü ben de acı çektiğinin farkında olup çözüm aramayan insanlara mesafeliyimdir (sadece mesafeli) – illetli gibi onlardan kaçmakla kalmayıp dinlemeye, anlamaya bile tenezzül etmeden afilli ama ucuz eleştiriler yağdırmalarına dayanamıyorum. Bir de içimizi çok iyi görebilirmiş gibi akıl vermeleri yok mu?!
Her neyse. İlk vazifen şu; susmak. Sessiz olman gerek çünkü burada yeterince gürültü var. Deftersin, defterler konuşmaz.
Sana anlatmak istediğimiz o kadar çok şey var ki. “İçimde kalsın” deyip yutkunmak zorunda kaldığımız… Seni tekrar uyarıyorum, nasıl bir dehlize düştüm ben böyle demeden git istersen. Çünkü sana hemen açılamayız. Sana güvenip güvenemeyeceğimizi bilmiyoruz bile.
Bizimleysen, ikinci vazifen; yanımızda kalmak. Defterlerin kafası atınca gitme özgürlüğü yoktur. Biz ne zaman sana gelirsek o zaman hazır bulunacaksın. Yazacağız sana. İçin dolacak. Kusacak yer bulamayacaksın çoğu zaman. İşte o zaman bizi anlamaya başlayacaksın. Sana ihtiyacımız var anlıyor musun? Senin de içinde kalanlar var. Bilmediğimizi mi sanıyorsun?
Hala buradaysan, üçüncü vazifen; dinlemek. Söyleyeceklerimizi aklının, kalbinin, ruhunun, bedeninin, hayatının, gecelerinin, kendi güneşinin filtresinden geçirerek dinle. Sıradan defterlerin bunu yapacak mahareti yoktur. E senin biraz farkın olsun değil mi? Sen son model bir deftersin.
Bak, seni şiddetle uyarıyorum. Sakın bize acıma. Seveceksen buyur, şefkat göstereceksen amenna, katlanmayı göze alıyorsan bile minnet bekleme… Ama bize acıyarak baktığını fark edersek kapı dışarı edilirsin. İçeride kal nolur diyemesek de kırgın ve öfkeliyken, dışarıda üşürsün, üşüme, geri dön. Döneceksen unutma, burası seni yakabilir. Ateşten korkmuyorsan gel. Gelirsen, yanmadan ısınmanın bir yolunu buluruz.
Dördüncü vazifen; sarılmak. Sus, yanımızda kal, dinle, sarıl… Hayır, tabi ki bitmedi vazifelerin. Aklımıza geldikçe yeni icatlar açacağız başına. Sesimiz çıkmadığına bakma. Az psikopat da değiliz hani. Tanışırız zamanla.
Sanırım beşinci vazifen de; yap dediğimizi yapıp yaptığımızı yapmamak olacak. Bilmem kaç insanın – evet biz de insanız- iç dünyasında neler yaşadığını duyacaksın. Nasıl gömüldüğü topraktan çiçek olup doğduklarına şahit olacaksın. Biraz ağır gelebilir ama bizzat öleceksin. Bizzat açacaksın, mis gibi kokacaksın –belki herkese göre mis gibi olmayabilir, sarı papatya kokusunu ve çıtlık kokusunu hiç sevmem, ama bizim komşu teyze ve annem çok sever- her şeyi bizimle birlikte yaşayacaksın. Okumayı bitirdiğinde bile. Çünkü gözlerin birkaç piksel daha açılacak. Bizi gördüğün yerde tanıyacaksın. Bize doğru birkaç adım attığında, nasıl koşup boynuna atlayacağız çocuk gibi, tahmin bile edemezsin, mutluluk ümidimiz olacaksın.
Sonuna kadar hayatta kalmayı başarırsan, öbür dünyada – okuman bittiğinde canıım- altıncı vazifeni üstleneceksin; cimri olma. Cömert ol. Sadece güzel şeylerin ikram edilebileceğini öğrettiler sana değil mi? Tek başına bu doğru değil. Unut onu. Biz senin defterlerin olmaya hazırız. Cömertçe yaz bize içinde kalan her şeyi. Hepsine ihtiyacımız var. Kesintisiz mutluluk yalanlarının bizi dışarıya hapsetmesini istemiyoruz. İçimizde uçsuz bucaksız bir yaşam var. Onlar anlamazlar. Arka bahçemizde neler olup bitiyor akılları almaz. Anlamalarını da beklemiyoruz zaten. Bunun için dert etme sen, bize tüm gerçekleriyle, yalanlarıyla, hayalleriyle, komikliğiyle, maneviyatıyla, kabuslarıyla… Ne varsa artık sen daha iyi bilirsin, anlat. Tek kelime etmeden dinleyeceğiz. Yanında kalacağız, sarılacağız. Tamam tamam, yap dediğini yaparız yapma dediğini yapmayız. Sadece seveceğiz seni ve sana karşı şefkatli olacağız. – bundan öncesi tamam da bundan sonra dayaklık işler yapmamaya özen göstersen iyi olur- şaka şaka -ciddiye alsan iyi edersin dostum.
Şimdi aşağıdaki iş başvuru formunu doldurarak -sana güvenebilir miyiz görelim- biraz bilgi ver bakalım.


1= -son model- Defter olmak istiyor musunuz?
2= Neden –son model- bir defter olmaya karar verdiniz ya da vermediniz?
3= (bir önceki soruya olumlu yanıt verdiyseniz) Ne zamana kadar –son model- bir defter olacaksınız?
İŞVERENİN NOTU: İşe alınıp alınmadığınızı iş bittiğinde öğreneceksiniz.


YAZAR: fatma zehra akyiğit 
İMZA: fza


17 Mart 2021 Çarşamba

CETVELLER NE İŞE YARAR?


Siz yalandan özgür 

Ben kendime tutsak

FeZA

.

Sakindi çoğu zaman. 

İfadesini kaybetmiş suretinde; her bakan, görmekten korktuğunu ya da görmeyi umduğunu gördü. Onun ise, içindeki kavgayı susturmaya çalışırken, dışarıdan nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikri yoktu. 

Ayakkabısı hâlâ bahçedeki toprağın çamurunu sürüyordu kaldırımlarda yürürken. Ayakkabısının çözülüp sağda solda gevezelik eden iplerine yanlışlıkla basınca arada bir tökezliyor, sonra çevik bir hareketle yeniden doğruluyordu. İpler, defalarca kurdela şeklinde düğümlemesine rağmen ısrarla çözülüyordu. Onlarla okul kapısına yaklaşınca ilgilenmeye karar verdi. Ceketinin kol ağzı, daha önceden silinip kurumuş ve yeni silinmiş ıslak sümüklerin izleriyle kaplanmıştı. Elleri en son tuvaletten çıktığında yıkanmış, dişleri üç gün önceki misafir yemeğinden sonra fırçalanmıştı. Mavi önlüğünün beyaz çiçekli yakasında küçük bir yemek lekesi kalmıştı ama önemi yoktu çünkü yakanın yüzde doksan dokuzluk bir kısmı hâlâ beyaz ve tertemizdi. Şu öğretmenleri de anlamıyordu. Neden sadece lekeleri görüyorlardı? Belki o leke yıkanmasına rağmen çıkmamıştı ve belki de öğrencinin lekesiz bir beyaz yaka alacak parası yoktu. Bunları düşünmenin bir anlamı yoktu, öğretmenler hâlden anlamaz insanlardı. Hemen tembel ve sorumsuz damgasını yapıştırırlardı. 

Evet tembel de diyorlardı ona. Büyük sınavlarda iyi puanlar almasına rağmen, tek suçu günlük ödevlerini yapmıyor olmasıydı. Bazen annesine yaptırırdı ödevlerini ama çoğu zaman annesini de yormamak adına ödevi yokmuş gibi davranırdı. Neden mi? Tembeldi çünkü öğretmenlere göre, sınıf ortasında öğretmen tarafından "geri zekâlı!" diye çağırılacak kadar akılsızdı. Herkes öyle biliyordu. Fakat sırlarını paylaştığı bulutlar ve kaldırım taşları gayet iyi biliyordu ki, o, doğru yapmak için çaba gösterdiği bir ödevde yanlış yaptığı olmuşsa, ödevler kontrol edilirken öğretmenin, onun saçlarını ve kulağını çekmesini istemiyordu. Böyle olunca hiçbir zaman hiçbir şeyi yapmaya çabalamak istemiyordu. Bunun için çözüm bulmuştu işte. Ödevlerini yapmaya hiç uğraşmıyordu. Hiç olmazsa yapmadığı için haklı olarak ceza alıyordu. Yapmaya çalışmasına rağmen haksız yere ceza almıyordu aklınca. Haklıydı. Yöntemi, öğrenme isteğini baltalamaması adına işe yarıyordu. Eve döndüğünde babasının kitaplığından en büyük kitapları eline alıp içindekiler kısmındaki başlıklardan sadece kendi merak ettiklerini açıp doya doya okumaya anlamaya çalışıyordu. 

Yürüyordu hâlâ. Okula varmasına az bir mesafe kalmıştı. Saçındaki miki mikilerden biri bozulmuştu. Tokasının lastiği iyice gevşemişti. Yeniden daha fazla kıvırarak bağlamaya çalıştı. Annesinin bağladığı yukarıdayken kendi bağladığı ise aşağıda kalmıştı. Farkında bile değildi. Nihayet İstiklal Marşı ve andımız sırasına yetişebilmişti. En arkadaydı. Mavi önlüğünün kol düğmelerini ilikleyip iliklemediğine, saçlarının toplu olup olmadığına, eteğinin boyuna ve kalbine baktı son bir kez. Hepsi yerli yerindeydi. Okul Müdürü yardımcısı mikrofonu eline aldı ve temizlik düzen kontrolü yapacağını söyledi. Herkes aceleyle toparlanmaya çalıştı. 

Kontrol sırası ona geldiğinde korkudan tüm vücudunu buz gibi bir ateş kaplamıştı. Müdür yardımcısının elindeki cetvel zengin çocukların cetvelindendi. Esneyebiliyor ve ne kadar sert vurursa vursun kırılmıyordu. Evet, ayakkabı bağcıklarını bağlamayı unutmuştu, miki mikileri dengesizdi, ayağında gri değil de beyaz çorap vardı, yakasında yemek lekesi vardı, yaklaşırken gaflet edip müdür yardımcısının yüzüne bakmıştı. 

Elleri kıpkırmızı olmuştu. Biraz da morarmıştı. Uyuşmuş ve karıncalanmıştı. Sınıfa girip sırasına oturduğunda çantasını sırtından çıkarıp büyük bölmesinin fermuarını açıp ders kitabını çıkarabilmek için arkadaşı Hilal'den yardım istemeye karar verdi. Sınıfa doğru yürürken gözlerindeki buğuyu tutmaya çalışıyordu. Düşündü. Cetveller doğruları çizmek için icat edilmişti. Ama kalbindeki bir şeylerin eğrildiğini hissetti. Müdür yardımcısını şimdi daha da az seviyordu. Eli biraz iyileşsin, hemen yapacağı ilk iş çantasındaki ucuz kırılgan cetvelini çıkarıp defterine dosdoğru bir çizgi çizmek olacaktı. Sonra o çizgiyi çiçeklerle süsleyecekti. İntikamını böyle alacaktı aklınca. 

Yardım ettiği için Hilal'e teşekkür edip işe koyuldu. Bu sırada öğretmen gelmiş, derse başlamıştı. O doğruyu çizmiş, dersi dinlerken çeşit çeşit çiçekler tasarlamıştı. Ses ve çizgi aynı anda titreşirdi zihninde, ne çizeceğini önceden bilmemek heyecan vericiydi. Dinlediği şey her ne uyandırdıysa içinde, ona göre şekillenirdi çizgiler. Bitmişti işte. Çizimine bakıp gülümsedi. Şimdi Müdür yardımcısına olan öfkesi biraz daha hafiflemişti. Derin bir nefes alırken başını kaldırıp yazı tahtasına bakmak istedi. Fakat... Neye uğradığını anlayamadan, ders dışında işlerle uğraştığı gerekçesiyle ikinci cetvelin eğri tarafını bu kez sırtında hissetti. Gözlerindeki buğuyla kapandı görüşü. Yüzündeki tebessüm yavaşça silindi. Bu kez gaflet edip öğretmenin yüzüne bakmadı. Göz ucuyla sınıfa baktı, Özgür ve Özcan hariç herkes ona bakıp kıkırdıyordu. Sınıftaki diğer "tembeller" bile... Kulaklarında öğretmenin "hem akılsızsın hem de dersi dinlemiyorsun geri zekalı!" cümleleri uğulduyordu.

Okul dönüşü eve doğru yürürken bir taraftan burnunu, kolunun iç kısmına, siliyor diğer taraftan kocaman ve hışımlı adımlar atıyor, kısık bir sesle kesik kesik tekrarlıyordu 

"Cetveller doğruları çizmek için var ve ben çizdiğim doğrularımı çiçeklerle süsleyeceğim. Sizin dikenlerinizden korkmuyorum!" 

Fatma Zehra Akyiğit 


Siz yalandan doğru

Ben kendime eğri

FeZA


13 Mart 2021 Cumartesi

CAM SURAT 2


İyi hissettirmişti düşünmek...

Gülümsüyordu. Göz pınarından el sallayan, toprağından firar etmiş bir kirpik dikkatini çekti. Elini muhatabının gözlerine doğru uzattı. O firariyi oradan alıp baş parmağı ile işaret parmağı arasından üfleyip atmak istedi. 

İşte! Gün gibi görüyordu onu fakat dokunabildiği yerde sadece soğuk ve kaygan bir cam vardı. Gözlerini kırpıştırdı. Kirpik batınca göz akı; incecik, kan oturmuş çatallarla kaplandı. Bu rahatsız ediciydi. Ellerini yumruk yapıp işaret parmağının eklemiyle bastırarak ovaladı. Geçmiyordu. Çareyi, önce ellerini sonra da gözlerini yıkamakta aradı. Biraz rahatlamıştı fakat gözlerini açmakta zorlanıyordu. Cam Suratı duvarda asılı olduğu çividen dikkatli bir şekilde çıkardı, onunla birlikte salondaki kanepeye sırtüstü uzandı. Muhattabını göğsüne bastırırken, kapattı gözlerini. 

Zihninde olup biteni geri sarmaya çalıştı. Toprağından, aslından kaçan kirpiği neden uzaklaştırmak istemişti? Onu tutup atmak için neden bizzat bedeninde bulunan gözlerine değil de Cam suratın gözlerine doğru uzatmıştı ellerini? 

"Beni insan özümden firar ettiren gafletimdi belli ki o kirpik. Ben onu kendi nefsimde aramak yerine, mü'min sıfatıma ayna olan mü'min kardeşimde aradım. Bu ayan beyan görünen gaflet hâlinden rahatsız oldum. (Kirpiğin doğduğu toprak yine kendi bedenimdi. Nisyan da varlığıma dahildi belli ki) Onu çıkarıp atmak istedim. Baktım, tam da mü'min kardeşimin göz pınarında duruyordu. Ona söyledim "Gaflettesin!". Duymadı. Ona söyledim "Bırak şu gafleti de rahatça gör hakikati!" dinlememekte ısrar ediyordu. Ben ise o kendini iyileştiremedikçe kendi kendimi yiyordum. Canım acıyordu onu gaflet içinde gördükçe. İyi olmasını istiyordum. Fakat ne kadar çabalarsam çabalayayım, ne gaflet ondan gidiyordu ne de firari kirpik, Cam Suratın göz pınarından. Başaramadım. Gaflet, bizzat gözlerime battıkça batıyor öfkem kızardıkça, kendimi görme yetimi kaybediyordum. Dayanamadım. İstemsizce sulandı gözlerim, ben, bile isteye ağladım. Kendi gafletimi tanıyıp kendimi ondan kurtaramayacak kadar acizdim. Göz pınarımı suya boğdum, özümden bir damlayı kalbime akıttım. Yıkandık, önümüzü görmeye yetecek kadar. Karanlık mağaradan güneşe çıkan adamınki gibi yandı bakışlarımız. Açmakta zorlansam da kalbimi, hafifçe araladım ve Cam Suratı kucağıma, mü'min kardeşimi dualarıma alıp biraz dinlenmeye karar verdim. Şimdi üzerine uzandığım kanepe neyin işareti bilemiyorum. Şu, göğsüme sımsıkı bastırdığım Cam Surat; nefsim mi yoksa mü'min kardeşim mi bilemiyorum. Şimdi açsam gözlerimi, kendimi o mağaranın kör karanlığında mı yoksa gün ışığının sükûnetinde mi bulacağım bilemediğimden, sanırım ben... Gözlerimi açmaya da sonsuza kadar gözlerimin kapalı kalmasından da korkuyorum."

Toprağında hâlâ taptaze duran çimenler gibi titriyordu kirpikleri. Bir süre daha direndi zihninde dönüp duran sorgularla. Ve nihayet pes etti.

(Hikaye bitti mi devam edecek mi Allah bilir...)





YENİ YAZIMI OKUMAK İSTİYORSUN

DEĞİSİR İNSAN ZAMAN VE MEKÂN (32)

İnsanın kelimesi kalmaması nasıldır bilir misin? Bilirsin elbet. Birçok kereler yaşadın böyle zamanları. Ve inanırım, senin imtihanın da sen...