31 Mayıs 2020 Pazar

DEĞİŞİR İNSAN ZAMAN VE MEKAN



Yazar olmayı gerçekten istediğim ilk günü hatırlamaya çalışıyorum. On üç yaşındaydım. Bütün yer, zaman, kişi ve olaylardan sıyrılmış bir halde; günlük defterime sırf duygu ve düşüncelerimi yazıyordum. Her şeyden bağımsızdım. Kendi içime tutsak, kaleme özgürdüm. Sayfalar hücrem, sınırlı kelimeler kelepçemdi. Başta yadırgadım. “Burası ne kadar güvenli olabilir ki? Ya biri defterimi açıp okursa?” Evet, koskoca kraliyet hazinesinin gizli anahtarının yeri yazıyordu onda 🙂 ve yalnızca benimdi o, başka kimsenin değil.

Ve karar günü… Ölecektim. Vasiyet etmediğim halde, biri gelip bütün yazdıklarımı bulacak, okuyacaktı. Okurken her şeyi anlayacak, hissedecekti. Ve benim yarım bıraktığım işi tamamlamak isteyecek, yazdıklarımı düzenleyip bir kitap çıkaracaktı. Ölümsüz bir yazar olacaktım. Gelecek hayalim bu kadar basitti işte. Şimdi ne değişti? Neden saklamıyorum artık yazdıklarımı? Üzerinde düzeltme yapmadan beş dk. içinde yazıverdiğim acemice şeyleri neden paylaşıyorum sizinle? Hani ölecektim? Hani kitabımı siz yazacaktınız? Hani yazarı ben olacaktım!?

Ne kadar çok “ben” var cümlelerimde. Hani “ben” den geçmeden Bir’e varılmazdı? Belki de çoktan ölmüşümdür. Belki, biraz büyür gibi olduğumda, meselenin ‘ölmeden önce ölmek’ olduğunu öğrendiğimde; yaşamaya, dinlemeye ve yazmaya karar vermişimdir. Yeniden yaratılmamın sancısıdır sorularım belki. Bir kitap yazacaksınız birazdan. Hazinelerinizin anahtarı yalnızca cevaplarınızda gizli. Kendi kitabınızın yazarı siz olacaksınız. FZA mı? Günlük defterinin anahtarını kaybetti. Yeni kitabını yazıyor. Ona yardımcı olmak ister misiniz?

.
FATMA ZEHRA AKYIGIT 
FeZA

30 Mayıs 2020 Cumartesi

SIZDEN GELENLER (GÜNCELLENİYOR)



(Bu sayfada 
kendi kaleminizden paylaştıklarınızı okuyorsunuz. 
Sayfa güncelleniyor.
Takipte kalın.)
.
.
.
Ilk defa kalbim bayram yeri 
Acep sever mi beni 
Ya başkasını seviyorsa 
Haber etse bari 

Üzülürüm o zaman 
Geçer zamanlan 
Vazgeçmek zor da olsa 
Geçerim ondan 
Ya beni severse 
Ya beni görürse bir gün 
Yazarım ona gün gün 😂

MERYEM DİLER
.
.
.
Çay demlenirdi gözlerinde
Bakmaya dahi kıyamadığım
Bulutlar gelir, geçerdi gökyüzünde
Günler olurdu, anılar dolusu bırakamadığım 
Bağımlıydı toprak
Sigarayı bırakamayan ergen gibi
Hepimize bir kapı açardı
Ve sessizce beklerdi
Oysa ki yazamadığımız satırlar vardı
Kalbimiz iki gelecek bir geçmişti 
Biz geçmişlerde kahve içerdik
Gelecekte tadilat vardı
Sonra yıkım

FADİME POLAT
.
.
.
DEĞİŞİM Mİ DÖNÜŞÜM MÜ?

Aslolan değişim midir? Yoksa dönüşüm müdür? 
Bu soruya cevabımız, bakış açımıza göre farklı olabilir. 
Fakat "Arif" olan kişi, dönüşüm halindedir.
Yani "beşer" halinden "İnsan"lığa terakki eder. 
Buz, eridiği zaman su olur, hava şartlarına göre tekrar buza değişir. 
Bu değişimdir.
Süte maya katıp, yoğurt yaparsanız, yoğurt artık süt haline gelmez. 
Bu da dönüşümdür. 
Tüm bağlarından kurtulup özgürleşen Arif'e, bir daha pranga vurulamaz. 
Allah bizi, en yüce varlık olarak yaratmıştır. Yani "beşer"...
Allah "beşer"i yaratır ama "insan" yaratmaz.
Arif olup, İnsan olacak sensin...
Değişen, tekrar geldiği yere dönebilir, dönüşen: geldiği yöne bakmaz..

VAİZ M. SALİM NURSAÇAN 
.
.
.
HADİ 
BİR HİKÂYE YAZ BANA 
Kaç yaşında idrak eder insan hayatı diye sorsam nükte iz kalır sükutun zarafetinde. Acizane kanaatim anlatırsa, namütenahi deryayı kucaklamakla hayata başlamalı derim. Sonsuz maziyi kucaklamak, ecdadı şaha kaldırmak, Asım’ı hatırlamak ve Asım olup Asım kalmakla..

Asım olmanın şuuruna ermeyi, ecdadın ruhunu şad etmeyi, iki kelimeyi dize dize etmeyi, neslin hakiki sırrına ermeyi idrak etmek değil miydi asli vazifemiz? 

Neslin hakikati sırdır. Sırrın hakikatini lisana döker adanmış ömürler, sevda pervasız yüreklerde, inanç adanmış ömürlerde, dava püryan sinelerde, sır Asım’ın beklenen gencinde..

Kara göklerin ardı sıra gelen ebemkuşağı misaliydi uğultulu tepelerdeki dolunay. sabâ 
eşliğinde bir katre seyreyle püryan sineleri, dinler misin ne söyler dilleri?

“Karaysa gökler melekler seheri müjdeler. Sevdalıysa yürekler vuslatını bekler, adanmışsa ömürler ecdad vefa ister, pusulası Allah ise eğer, o yürekte olur mu keder..” 

Ey nâ-perva genç, sanadır naçizane sözlerim.. 

Leyl-ü seherde işitilir bir ses bir nağme, öyle bir sesleniş ki değme. Çağırır suffe mescide Allah azze ve celle,çok beklettin O’nu artık bekletme! Davete hürmet gerekir, suffe gencisin sen! Suffe öğrencisi timsalidir ibret-ü cihanın, ilmi kuşatır inancı İslam’ın . İlmi ile Zeyd b. Sabitin, Hz Aişe’ nin mirası, inancı ile Hz Ali’ nin, Musab b. Umeyr’in tebessümü, sadakati ile Hz Ebubekir’in, Hz Hatice’nin onuru, adaleti ile Hz Ömer’in, iffeti ve hayası ile Hz Osman’ın, sevdası ile Ümmü Mektum’un, zühdü ile Ebu Zer el Gıfâri’nin, davası ile Yasir ailesinin, Zeyd b. Harise’nin, Hz Hamza’nın, Talha b. Ubeydullah’ın, Bilal-i Habeşi’nin yadigarısın. 

Osmanlı torunusun sen. Şeyh Edebali’nin nasihati,Ertuğrul Gazi’nin emaneti, Çelebi 
Mehmet’in inancı,Yavuz Sultan Selim’in şahsiyeti, Fatih sultan Mehmet’in zarafeti, Sultan Abdülhamit’in latifesi, atalarının istikbalisin sen.

Cahil-ü nadan ise hemhal oldukların, ziyan eylersin ömrünü. Suffe eyle sevdanın gönüllere ekildiği, filiz veremeyen mescidi serap görmediğine inandır. Suffe gencisin sen! İlmin tohumlarının gönüllere ekildiği ezan sesi hikayen olsun.İlme attığın,son sağlam düğümün hikayesi, genci vuslata erdirmenin hikayesi olsun.

Hadi bir hikaye yaz bana. sonu inanç olsun. Kara bulutlar ardınca kâinat Güller Güzeli’ni solusun. Kimsesiz yüreklere umut, yüreklere ekilen sevgi hudutsuz olsun.

Hadi bir hikaye yaz bana.

Esaretin en zamansızına, gecenin en karanlığına dolunay olsun...

İnancıma inancın olsun.

Sevginin yüreğe en bi yakışanına, sükutun manasına ermişlerinden, kor olan yüreğe serabın tesirinden, vuslata ermenin hikayesi olsun. 

Asımın ilmine ilim, suffe ehline selam vuslatı olsun.

Hadi bir hikaye yaz bana sonu vuslat olsun 

NAFİA ANKÖZ
.
.
.
Bunu uzun süre evde kaldığımız, pandeminin en çok hissedildiği dönemlerinde yazmıştım. 

MUVÂZENAT
“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş 
vakit.” hadis-i şerifinde nazara verilen nimetleri şu zamanlar çok daha iyi hissediyoruz. Sağlığımızın 
kıymetini korkarak, korkutularak anladık. Şimdi de, tedbir için evden çıkmayarak kazandığımız, boş 
vakitlerin değerini bilmeyi öğreneceğiz.
Hem böyle zor bir dönemde imanımızın ve karakterimizin; kemali veya kusuru ortaya çıkacak.
Mevti, adem-i mutlak sananlar için çıldırtıcı derecede ağır bir tecrübe olabilir, tedbiri, telaşeye;
korkuyu, keşmekeşe; hissedilen acziyeti galiz bir öfkeye inkılap edebilirler ama mevtin yeni bir 
başlangıç olduğunu bilenler krize fırsat vermez, tedbirini alıp tevekkül eder, sırası geldiğinde varlığın 
son huzmesi olan hayatı sahibine neşve içinde teslim eder.
 -------------------
Dertler, çileler, buhranlar, hayal kırıklıkları, tüm beliyyat üst üste birikerek gelip bizi hayatın 
kısır döngüsünden, yeknesaklığından, şuursuzluğundan çıkarıyor, uzaklaştırıyor. Hiç değişmeyecek 
sandığımız tatlı hayat serüvenimiz, karnı tok sırtı pek geçirdiğimiz günler, dört bir taraftan haberlerini 
aldığımız halde bize zarar vermeyeceğini düşündüğümüz dâhiyeler bir anda bize yönelince sarsıldık!
Küçük bazı değişiklikler bile insanı tedirgin edip, üzebiliyorken; -her ne kadar şikâyet etsek de-
tozpembe hayatımızı böyle büyük musibetlere tebdil etmek yahut bu musibetleri ensemizde hissetmek,
insanın dengesini allak bullak ediyor. Ama unutmayalım ki sevdiğimiz bunca nimeti kaybettiğimiz 
zaman (yeryüzüne bağlı zincirlerinden kurtulan) ruhumuz göklere yükselebilir. Bir yandan da, birçok 
zalimin tahtlarının yıkılacağını fark etmek rahatlatıyor insanı; evet ne mutlu ki bu illet güçlü - zayıf 
ayrımı yapmıyor. Hikmet-i ilahi ile yıkılacak saltanat-ı gadrin, yeniden taht kurmaması da masumların 
gayretine, cesaretine, fetanetine, dirayetine ve metanetine kalıyor.
 ---------------------
Şapkayı önümüze koyup düşününce; dünyayı bu hale getiren biz insanlara, böyle bir tekdir 
gerekmiyor muydu? Bizim kulak tıkadığımız mazlumların ahı, arş-ı âlâya yükselip gayretullaha 
dokunmayacak mıydı? İfrat ve tefritin bu kadar çoğaldığı, kemmiyet ve keyfiyyetin dengesinin böyle 
altüst olduğu, “insanın, eşyada ruhsuz bir kımıldama olmaya mahkûm edildiği” bir çağın düzene 
konulması zaruret değil miydi? “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde 
düzen bozuldu; böylece Allah (dönüş yapsınlar diye) işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” 
ayetinde işaret ettiği gibi yaptıklarımızın karşılığını görmeyecek miydik? diye fehmediyor insan. 
Ölümlere, açlıklara, sefilliklere, zulmün her türlüsüne, adaletsizliklere, vahşetlere, aç gözlülüklere, 
haksız kazançlara, terbiyesizliklere, kırılan kalplere…. bir nevi göz yumarak ve hatta ortak olarak 
zehirlediğimiz diyar-ı gurbetin yüce sahibi, bize bir şefkat tokadı vuruyor olabilir. Çok hızlı 
yaşıyorduk, daha da hızlanmak istiyorduk, hızımız başımızı döndürüyordu, çevremizi göremiyorduk. 
İhtiyaren duramıyorduk, cebren durdurulduk. Büyük dava adamı Nurettin Topçu demişti; “İnsanlık 
sarhoştur, kolay kolay kendine gelemeyecek kadar sarhoş. Onu kendine getirecek hareket, temenni 
edelim ki insanlığın tarihinde görüldüğü gibi, bir büyük bela, büyük bir musibet olmasın.” maalesef 
korkulan başa geldi…
Bu hengâmda ebed-ül abad tarafına geçenlere tabi ki üzülürüz ama onların, Peygamberimiz(s.a.v)’in
müjdelediği gibi, şehit sayılacağını, makam-ı illiyına girmelerinin kolaylaşacağını ümit ederiz.
Yani demem o ki; ruhen ve cismen bizi ezen musibetlerden halas olmak için onları gönderene 
yakarmaya yüzümüz var mı? Bunca cürm işledikten, bunca cürme ortak olduktan veya göz yumduktan 
sonra nasıl O’nun kapısına yüz süreceğiz…??? 
 Muhtacız; kapısına yüz süreceğiz, yalvaracağız, dileneceğiz… başka varacak istinadgahımız yok,
ondan isteyeceğiz. Matlubumuzu verse de vermese de dersimizi talim edip, muvazenesizliği bırakıp
dünya ve ukba nazarından Hakk’ı anlayacağız.
 --------------------
“Bu da gelip geçer..…...” diyoruz, doğru ama eksik söylüyoruz. Geçer muhakkak ama geçtiğini 
göreceğimizin teminatı yok. Belki bu yazıyı yazan, belki de okuyan; dünyanın madden ve manen 
temizlendiği, “kardan aydınlık sabah”ları (ya da dünyanın şimdikinden daha beter hallerini)
görmeyecek. Bu ihtimali kabul etmeli hatta buna sevinmeliyiz (sapkınlıklardan, hastalıklardan, 
savaşlardan, haksızlıklardan, yalanlardan, dolandırıcılıklardan, komplolardan, vefasızlıklardan, 
sevgisizlikten, yalnızlıktan, semeresiz dünyadan.… nihayetinde bir gün kurtulacağımıza sevinmeliyiz). 
Buna sevinemememizin, bunu isteyemeyişimizin sebebi gideceğimiz yerin buradan güzel olduğuna 
iman etmeyişimiz, kendimizi buraya ait zannetmemiz. Masiva bütün satvetiyle bizi faniye bağlayıp, 
yaşantımıza tahakküm ediyor, habis bir bataklık gibi içine çekiyor, tahir ve tayyib bir mahâle 
terakkimizi engelliyor. Kendisini oyalayacak evlad-ü ıyali ve malı mülkü olmayan insan daha kolay 
vazgeçer bu dünyadan, bunun için Allah(c.c.) Kuran’da onların birer imtihan olduğunu söylüyor. Eğer 
insanı bu süfli cihana bağlayan, oyalayan, yoran, üzen, tul-i emele sevk eden, gözünün arkada 
kalmasına sebep olan böyle fitneler yoksa başında –şükredip- diğer insanlardan daha büyük bir şevkle 
dar-ı saadete hazırlanabilir. Dar-ı saadete müştak olan her kul, tam da şimdiki gibi evde daha fazla 
geçirdiği, evkatını nurlandırmak için; yuvasını paylaştığı kişilerin gönlünü alır, onlarla muhabbetini 
arttırır, onlara vefa gösterir, ne zamandır konuşup görüşemediği uzaklardaki ahbabıyla da iletişim 
kurup halini vaktini sorar, hem kendini hem de onları mutlu eder, daha fazla kaza namazı ve daha fazla 
nafile namazı kılar, ilahi kelamdan ayetler hıfzeder, başta Kuran-ı Kerim ve meali olmak üzere her 
türlü faydalı kitabı daha fazla okur, öğrenir, uygular, “1 saat tefekkür 1 yıllık nafile ibadetten daha 
hayırlıdır.” hadisi mucibince Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünür ve Allah’ı daha çok 
zikreder, ehlisünnet ve aklıselim hocaların sohbetlerini dinler.
Tüm bunları yapmaya niyet ettiği halde şu duayı da ihmal etmez; Rabbim sen benim geçmişimi de 
geleceğimi de biliyorsun, eğer benim geleceğim geçmişimden hayırlıysa yolumu aydınlat, bana yardım 
et, işlerimi kolaylaştır, eğer benim geleceğim geçmişimden hayırlı değilse uzatma dünya sürgünümü 
Rabbim.
 ------------------------------
Korkuyoruz; kaostan, belirsizlikten, hastalıktan, çaresizlikten, tecrit edilmekten ve ölmekten. 
Halbuki şimdiye kadar bu hissi hiç bu kadar yaşamamıştık, başkalarının yaşadığı bu hissi görmezden 
geldik, meta temelli hayat tarzımızda ‘her koyunun kendi bacağından asılacağını’ düşünmek 
kolaydı(biz asılmadığımız müddetçe). Başkalarının dertleriyle dertlenmek, âsude halimizden taviz 
verip onlara el uzatmak, ‘mutluluğu, mutlu etmekte aramak’ beceremediğimiz insanlık tavırları arasına 
girmişti. Şimdi iliklerimize kadar hissettiğimiz acizlik, sıranın bizim ‘bacağımız’a geldiğini 
düşündürüyor. Bu söz ahiret için de doğru elbet, bu yüzden ilahi kelam “Hiçbir günahkâr başkasının 
günahını yüklenmez. İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder.” diyor. Bu malumat yalnız 
kalacağımız mahşer için azimle hazırlanmaya teşvik etmeli; bu malumat birlik olmamız gereken bu 
dünyada heder olup gidenleri kurtarmaya teşvik etmeli çünkü her koyun kendi bacağından asılır lakin
kokusu tüm dünyayı sarabilir.
FAİK DURU
.
.
.
Bunu 27 Şubat 2020 de İdlib saldırısında 34 askerimizin şehit olmasından sonra yazmıştım.

ESBAB
[ Bu güzel ülkem niye bu kadar zorda, darda, dört tarafı sarılmış, öfkeyle dolu ama dermanı 
kalmamış, eli kolu bağlanmış, evlatları gafilane harcanmış, mazluma deva olmak isterken kendisi
mağdur olmuş... Çünkü ben alayişe; lüks evlere, arabalara, telefonlara, mobilyalara, beyaz eşyalara,
zücaciyeye, kıyafetlere, yemeklere, salonlara, düğünlere, şenliklere, mağazalara……. ila ahir her şeyin 
fantaziyesine muhtacım, vazgeçmem, ihmal etmem, eksiltmem, bunların birinden bile taviz vermem, bu 
debdebenin günden güne artmasını, çoğalmasını isterim. Bununla beraber nerdeyse bunların hiçbirini 
ben imal etmem. Benzin, araba, elektrik, elektronik eşyalar, demir-çelik, kağıt, boya, kumaş, sabun, 
deterjan, güzel kokular, birçok erzak türü ve ilaçlar gibi zaruri ihtiyaçlarımı ya hiç yapmam ya da çok 
az bir kısmını yaparım da bana yetmez. Tüm bu hacetimi ‘tek dişi kalmış canavar’ların diyarından 
alırım. Onlara bağlıyım, bağımlıyım. Bu manada zaruri olan hacatımı tedarik etmek için birçok 
insanın canından olmasına, milyonlarca insanın maddi manevi çok ağır buhranlar yaşamasına,
onuruma dil uzatılmasına, aklımla dalga geçilmesine, kandırılmaya, özgürlüğümün elimden 
alınmasına, en değerli hazinem olan sağlığımı ve zamanımı bu uğurda harcamaya hiç aldırmam.
Ulu önder (s.a.v.)’in “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” dediğini bildiğim için ve ben; adil, dürüst, 
yardımsever, temiz, cesur, cömert, merhametli, saygılı, özü sözü bir, sabırlı, namuslu, vefakâr, 
karakter sahibi, yaptığı işin hakkını veren, çalışkan, bilgili, görgülü, kültürlü birisi olduğum için(!)
devlet idaresine de böyle olanları seçerim.
“Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir” vecizesini bildiğimden; bencil değilim, 
kolay yoldan bol para kazanmaya çalışmam, kendim için istediğim tüm güzellikleri ülkemdeki herkes 
için isterim, milli servetin her türlüsüne ihtimam gösteririm. Her gün, evimin her odasından, dünyaya 
açılan ve beni aydınlatan(!) ekranları takip ederek tüm insanlığın ve devletimin gidişatından haberdar 
olurum. Gerek haberler, gerek spor müsabakaları, gerek yarışmalar, gerek diziler, gerek filmler…. her 
nevi yayını itinayla izlerim. Haberlerde sunulanlara, sorgusuz, hepten iman ederim, menfi manadaki 
haberlere dilimle dişimin arasında hiddetlenip geçerim, müspet haberleri oturduğum yerden tebrik 
eder, beni duymayan herkesi buna teşvik eder, kendimi bundan müstağni görürüm. Sportif etkinlikleri 
yapmam, yapanları izlerim, izlediklerimin beceriksizliklerini ekrana haykırırım, çılgına dönerim, 
başarılarına çok sevinir yine çılgına dönerim. Yarışmaların içinde kendimi bulup ben olsaydım neler 
yapacağımı sayar dökerim. Dizileri hayatımın merkezi yapmak için ailemden çok onlara vakit ayırır, 
onları örnek alırım, o sahte hayatları kafama takar bazen de onlar için gözyaşı bile dökerim. Filmler 
hayatımın tüm gerçekliğine bir sünger çeker, unuturum, uyuşurum. Çok akıllı telefonumdan başımı 
saatlerce kaldırmadan tüm arkadaşlarımın, akrabalarımın, hatta hiç tanımadığım kişilerin bile neyi, 
nerde, ne zaman, nasıl, niçin, kiminle; yaptıklarını, gezdiklerini, yediklerini, içtiklerini, giydiklerini, 
okuduklarını, duyduklarını… her şeylerini takip ederim. Tüm bu zahmetlere katlanıp yaşadığım dünya 
hakkında bilgi sahibi olurum, bu mevzulardaki himmetimi günden güne arttırırım. ]
Bu ahval içindeki güzel insanlar(!); kabahatleri sürekli başkalarına yüklemekten, kendinde 
hiçbir şeyi değiştirmeden dünyanın değişmesini beklemekten, zalime kızdığı halde sürekli onun 
ekmeğine yağ sürmekten, mazluma merhamet hissedip ona el uzatmamaktan, ‘geçim’i israf edecek 
kadar eşyaya sahip oluş diye anlamaktan, ‘bu devirde……..’ diye başlayan cümlelerden, tatlı söze 
güler yüze kanıp alelacele yuva kurmaktan, kurulmuş yuvaları sudan sebeplerle yıkıp geçmekten, 
yuvasını paylaştıklarından birine herhangi bir şekilde ihanet etmekten, çocuk sahibi olup insanlığı 
kurtaracak nesiller yetiştirmeyi ertelemekten, dünyada cennet misal yaşamayı istemekten, köpekleri 
salıp taşları bağlamaktan VAZGEÇMELİLER. Bu güzel insanlar ‘suni ihtiyaçlar’dan vazgeçip ‘tabii
ihtiyaçlar’ ile iktifa etmedikçe, kendi kendine yetmedikçe, bilimum ahlak-ı haseneye sahip olmadıkça,
ali himmet olmadıkça, kendisini ilgilendirmeyen şeylerin peşini bırakmadıkça; muhtaç olduğu
saltanat-ı gadre asla galebe çalamaz. O saltanat-ı gadr bunların elinden topraklarını almasa da hem 
koluna hem de hissiyatına pranga vurarak istese de istemese de hükmünü geçirir.
 …………………………………………………………….
“BİR TOPLUM KENDİSİNDEKİNİ DEĞİŞTİRMEDİKÇE ALLAH 
ONLARDA BULUNANI DEĞİŞTİRMEZ” (Rad, 11)
FAİK DURU
.
.
.

Yoktan vûcuda gelip şahlananlar vardır.
Yerlere göklere sığmayanlar,
Teri alnından eksik olmayanlar,
Yüzlerinde ise gam, keder.
Sırtlarında heybelerce yük,
Gönüllerinde ise fersah fersah mutluluk
Kalpte huzur, gözlerde yaş...
Rahmân'a duyulan aşkın oluşumu,
O'na varabilmenin yolculuğu...
Sonunda ermişliğin mutluluğu ve huzuru
Vücuda erdirene, hakikati buldurana duyulan şükran.
Ödenemeyen...
Ve asla ödenemeyeceği bilinen...

ELIF DOĞMAÇ
.
.
.

SİZDEN GELENLERDE YAZAR SİZSİNİZ! arşivlerde 30 Mayıs 2020 tarihli sayfa kendi yazılarınızı okuyacağınız sayfadır.
siz de yazılarınızı word dosyası olarak FATMA ZEHRA AKYİĞİT FZA sosyal medya hesaplarından veya gangsanggun@gmail.com adresinden gönderebilirsiniz. 
.
.
.
KALEMİNİ BİZİMLE PAYLAŞAN OKURLARIMIZA TEŞEKKÜR EDERİZ.

1) Elif Doğmaç
2) Faik Duru
3) Nafia Anköz
4) Vaiz M. Salim Nursaçan
5) Fadime Polat
6) Meryem Diler
7)

28 Mayıs 2020 Perşembe

KİRLİ ÇAMAŞIRLAR




Kirli çamaşırlar!
Ah şu kokuşmuş, kaldırılıp çöpe atılası, yerine yenisi alınası varlıklar. Sokaklar, ayağı çıplak insanlarla doluyken sizin o kadar paranız var mı? Ya da yıkanıp yeniden kullanılası mı demeliydim? Hadi, hayatınızda sahip olduğunuz, kirlenme potansiyeline sahip bütün eşyalarınızı teker teker düşünün. Hayır, size ders vermeye falan kalkışmıyorum. (Ne kadar da çok falan kullanıyorum böyle? Yazımı kirletiyor gibi :) Her neyse, düşündünüz mü? Tamam. Şimdi de kendinizi düşünün, içinizi özellikle. Kokuşmuş (ne? senin kalbin temiz mi, afedersin hangi deterjan matikle yıkadın?), yerine yenisi alınası, çitilene çitilene yıkanılası... ha? Şimdi de insanları düşünelim beraber; benim gibi senin gibi bir başkası gibi olan insanları. Oldukları gibi kabul edilesi varlıklarız, gönül öyle istiyor işte. Ne var ki bazılarımızın gözünde bazılarımız, alınıp kullanılası varlıklarız.  Zaman zaman seni "Menfaat dünyası işte azizim" derken yakalıyorum. Menfaatlerini yıkayıp insanları menfi olarak, olumlu ve faydalı olarak yeniden kullanılabilir hale getirebilir misiniz? Düşünüyorum; olduğumuz gibi kabul edilmek, bütün ütüsüz ve kirli çamaşırlarımızla, çöpe atılmadan, belki yıkanılarak... Bunu kendi adıma kabul edebilir miyim acaba?
.
Fatma Zehra Akyiğit 
FeZA

26 Mayıs 2020 Salı

DEĞİŞİR İNSAN ZAMAN VE MEKÂN


Bu defa kime hitap ederek yazmalıyım bilmiyorum. Sadece yazmak istiyorum. Eğer okumak istiyorsanız sesi biraz daha açın lütfen. Çünkü sesim kısık şu an.

Size anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki, sizden öğrenmek istediğim…

   Hata yapmaktan korkmanın bir kandırmaca olduğunu düşünmeye başladım son günlerde. Benim yüzümden “Bir çuval incir” çöpe gidecek olsa bile, her şey “elime yüzüme bulaşsa” bile, siz beni reddetseniz ve ben tek kalsam bile… Kendi kendime konuşacak olsam da yine de iki çift kelam etsem kalemimle… Güzel olurdu sesimi duymak. Sözlerimi doğru anlayınız lütfen, diyorum ki Allah için, kendimiz için yapmak istiyorum bunu. Yani şimdi eğer istiyorsanız sesi geri kısabilirsiniz. Ben bu yolda ilerliyorum. İçimdeki sesimi seviyorum. Sizi de seviyorum. Siz bilmek istemeseniz de sorun değil. Hata yaparsam ve affetmeseniz de sıkıntı yok. Çünkü ben kendimi affetmeyi ve hatalarımdan ders alıp iyileşme çabası içinde olmayı seçiyorum.

27 MAYIS 2020 ÇARŞAMBA

.
Fatma Zehra Akyiğit
FeZA 

YENİ YAZIMI OKUMAK İSTİYORSUN

DEĞİSİR İNSAN ZAMAN VE MEKÂN (32)

İnsanın kelimesi kalmaması nasıldır bilir misin? Bilirsin elbet. Birçok kereler yaşadın böyle zamanları. Ve inanırım, senin imtihanın da sen...