“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş
vakit.” hadis-i şerifinde nazara verilen nimetleri şu zamanlar çok daha iyi hissediyoruz. Sağlığımızın
kıymetini korkarak, korkutularak anladık. Şimdi de, tedbir için evden çıkmayarak kazandığımız, boş
vakitlerin değerini bilmeyi öğreneceğiz.
Hem böyle zor bir dönemde imanımızın ve karakterimizin; kemali veya kusuru ortaya çıkacak.
Mevti, adem-i mutlak sananlar için çıldırtıcı derecede ağır bir tecrübe olabilir, tedbiri, telaşeye;
korkuyu, keşmekeşe; hissedilen acziyeti galiz bir öfkeye inkılap edebilirler ama mevtin yeni bir
başlangıç olduğunu bilenler krize fırsat vermez, tedbirini alıp tevekkül eder, sırası geldiğinde varlığın
son huzmesi olan hayatı sahibine neşve içinde teslim eder.
Dertler, çileler, buhranlar, hayal kırıklıkları, tüm beliyyat üst üste birikerek gelip bizi hayatın
kısır döngüsünden, yeknesaklığından, şuursuzluğundan çıkarıyor, uzaklaştırıyor. Hiç değişmeyecek
sandığımız tatlı hayat serüvenimiz, karnı tok sırtı pek geçirdiğimiz günler, dört bir taraftan haberlerini
aldığımız halde bize zarar vermeyeceğini düşündüğümüz dâhiyeler bir anda bize yönelince sarsıldık!
Küçük bazı değişiklikler bile insanı tedirgin edip, üzebiliyorken; -her ne kadar şikâyet etsek de-
tozpembe hayatımızı böyle büyük musibetlere tebdil etmek yahut bu musibetleri ensemizde hissetmek,
insanın dengesini allak bullak ediyor. Ama unutmayalım ki sevdiğimiz bunca nimeti kaybettiğimiz
zaman (yeryüzüne bağlı zincirlerinden kurtulan) ruhumuz göklere yükselebilir. Bir yandan da, birçok
zalimin tahtlarının yıkılacağını fark etmek rahatlatıyor insanı; evet ne mutlu ki bu illet güçlü - zayıf
ayrımı yapmıyor. Hikmet-i ilahi ile yıkılacak saltanat-ı gadrin, yeniden taht kurmaması da masumların
gayretine, cesaretine, fetanetine, dirayetine ve metanetine kalıyor.
Şapkayı önümüze koyup düşününce; dünyayı bu hale getiren biz insanlara, böyle bir tekdir
gerekmiyor muydu? Bizim kulak tıkadığımız mazlumların ahı, arş-ı âlâya yükselip gayretullaha
dokunmayacak mıydı? İfrat ve tefritin bu kadar çoğaldığı, kemmiyet ve keyfiyyetin dengesinin böyle
altüst olduğu, “insanın, eşyada ruhsuz bir kımıldama olmaya mahkûm edildiği” bir çağın düzene
konulması zaruret değil miydi? “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde
düzen bozuldu; böylece Allah (dönüş yapsınlar diye) işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.”
ayetinde işaret ettiği gibi yaptıklarımızın karşılığını görmeyecek miydik? diye fehmediyor insan.
Ölümlere, açlıklara, sefilliklere, zulmün her türlüsüne, adaletsizliklere, vahşetlere, aç gözlülüklere,
haksız kazançlara, terbiyesizliklere, kırılan kalplere…. bir nevi göz yumarak ve hatta ortak olarak
zehirlediğimiz diyar-ı gurbetin yüce sahibi, bize bir şefkat tokadı vuruyor olabilir. Çok hızlı
yaşıyorduk, daha da hızlanmak istiyorduk, hızımız başımızı döndürüyordu, çevremizi göremiyorduk.
İhtiyaren duramıyorduk, cebren durdurulduk. Büyük dava adamı Nurettin Topçu demişti; “İnsanlık
sarhoştur, kolay kolay kendine gelemeyecek kadar sarhoş. Onu kendine getirecek hareket, temenni
edelim ki insanlığın tarihinde görüldüğü gibi, bir büyük bela, büyük bir musibet olmasın.” maalesef
Bu hengâmda ebed-ül abad tarafına geçenlere tabi ki üzülürüz ama onların, Peygamberimiz(s.a.v)’in
müjdelediği gibi, şehit sayılacağını, makam-ı illiyına girmelerinin kolaylaşacağını ümit ederiz.
Yani demem o ki; ruhen ve cismen bizi ezen musibetlerden halas olmak için onları gönderene
yakarmaya yüzümüz var mı? Bunca cürm işledikten, bunca cürme ortak olduktan veya göz yumduktan
sonra nasıl O’nun kapısına yüz süreceğiz…???
Muhtacız; kapısına yüz süreceğiz, yalvaracağız, dileneceğiz… başka varacak istinadgahımız yok,
ondan isteyeceğiz. Matlubumuzu verse de vermese de dersimizi talim edip, muvazenesizliği bırakıp
dünya ve ukba nazarından Hakk’ı anlayacağız.
--------------------
“Bu da gelip geçer..…...” diyoruz, doğru ama eksik söylüyoruz. Geçer muhakkak ama geçtiğini
göreceğimizin teminatı yok. Belki bu yazıyı yazan, belki de okuyan; dünyanın madden ve manen
temizlendiği, “kardan aydınlık sabah”ları (ya da dünyanın şimdikinden daha beter hallerini)
görmeyecek. Bu ihtimali kabul etmeli hatta buna sevinmeliyiz (sapkınlıklardan, hastalıklardan,
savaşlardan, haksızlıklardan, yalanlardan, dolandırıcılıklardan, komplolardan, vefasızlıklardan,
sevgisizlikten, yalnızlıktan, semeresiz dünyadan.… nihayetinde bir gün kurtulacağımıza sevinmeliyiz).
Buna sevinemememizin, bunu isteyemeyişimizin sebebi gideceğimiz yerin buradan güzel olduğuna
iman etmeyişimiz, kendimizi buraya ait zannetmemiz. Masiva bütün satvetiyle bizi faniye bağlayıp,
yaşantımıza tahakküm ediyor, habis bir bataklık gibi içine çekiyor, tahir ve tayyib bir mahâle
terakkimizi engelliyor. Kendisini oyalayacak evlad-ü ıyali ve malı mülkü olmayan insan daha kolay
vazgeçer bu dünyadan, bunun için Allah(c.c.) Kuran’da onların birer imtihan olduğunu söylüyor. Eğer
insanı bu süfli cihana bağlayan, oyalayan, yoran, üzen, tul-i emele sevk eden, gözünün arkada
kalmasına sebep olan böyle fitneler yoksa başında –şükredip- diğer insanlardan daha büyük bir şevkle
dar-ı saadete hazırlanabilir. Dar-ı saadete müştak olan her kul, tam da şimdiki gibi evde daha fazla
geçirdiği, evkatını nurlandırmak için; yuvasını paylaştığı kişilerin gönlünü alır, onlarla muhabbetini
arttırır, onlara vefa gösterir, ne zamandır konuşup görüşemediği uzaklardaki ahbabıyla da iletişim
kurup halini vaktini sorar, hem kendini hem de onları mutlu eder, daha fazla kaza namazı ve daha fazla
nafile namazı kılar, ilahi kelamdan ayetler hıfzeder, başta Kuran-ı Kerim ve meali olmak üzere her
türlü faydalı kitabı daha fazla okur, öğrenir, uygular, “1 saat tefekkür 1 yıllık nafile ibadetten daha
hayırlıdır.” hadisi mucibince Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünür ve Allah’ı daha çok
zikreder, ehlisünnet ve aklıselim hocaların sohbetlerini dinler.
Tüm bunları yapmaya niyet ettiği halde şu duayı da ihmal etmez; Rabbim sen benim geçmişimi de
geleceğimi de biliyorsun, eğer benim geleceğim geçmişimden hayırlıysa yolumu aydınlat, bana yardım
et, işlerimi kolaylaştır, eğer benim geleceğim geçmişimden hayırlı değilse uzatma dünya sürgünümü
Rabbim.
------------------------------
Korkuyoruz; kaostan, belirsizlikten, hastalıktan, çaresizlikten, tecrit edilmekten ve ölmekten.
Halbuki şimdiye kadar bu hissi hiç bu kadar yaşamamıştık, başkalarının yaşadığı bu hissi görmezden
geldik, meta temelli hayat tarzımızda ‘her koyunun kendi bacağından asılacağını’ düşünmek
kolaydı(biz asılmadığımız müddetçe). Başkalarının dertleriyle dertlenmek, âsude halimizden taviz
verip onlara el uzatmak, ‘mutluluğu, mutlu etmekte aramak’ beceremediğimiz insanlık tavırları arasına
girmişti. Şimdi iliklerimize kadar hissettiğimiz acizlik, sıranın bizim ‘bacağımız’a geldiğini
düşündürüyor. Bu söz ahiret için de doğru elbet, bu yüzden ilahi kelam “Hiçbir günahkâr başkasının
günahını yüklenmez. İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder.” diyor. Bu malumat yalnız
kalacağımız mahşer için azimle hazırlanmaya teşvik etmeli; bu malumat birlik olmamız gereken bu
dünyada heder olup gidenleri kurtarmaya teşvik etmeli çünkü her koyun kendi bacağından asılır lakin
kokusu tüm dünyayı sarabilir.
FAİK DURU
.
.
.
Bunu 27 Şubat 2020 de İdlib saldırısında 34 askerimizin şehit olmasından sonra yazmıştım.
ESBAB
[ Bu güzel ülkem niye bu kadar zorda, darda, dört tarafı sarılmış, öfkeyle dolu ama dermanı
kalmamış, eli kolu bağlanmış, evlatları gafilane harcanmış, mazluma deva olmak isterken kendisi
mağdur olmuş... Çünkü ben alayişe; lüks evlere, arabalara, telefonlara, mobilyalara, beyaz eşyalara,
zücaciyeye, kıyafetlere, yemeklere, salonlara, düğünlere, şenliklere, mağazalara……. ila ahir her şeyin
fantaziyesine muhtacım, vazgeçmem, ihmal etmem, eksiltmem, bunların birinden bile taviz vermem, bu
debdebenin günden güne artmasını, çoğalmasını isterim. Bununla beraber nerdeyse bunların hiçbirini
ben imal etmem. Benzin, araba, elektrik, elektronik eşyalar, demir-çelik, kağıt, boya, kumaş, sabun,
deterjan, güzel kokular, birçok erzak türü ve ilaçlar gibi zaruri ihtiyaçlarımı ya hiç yapmam ya da çok
az bir kısmını yaparım da bana yetmez. Tüm bu hacetimi ‘tek dişi kalmış canavar’ların diyarından
alırım. Onlara bağlıyım, bağımlıyım. Bu manada zaruri olan hacatımı tedarik etmek için birçok
insanın canından olmasına, milyonlarca insanın maddi manevi çok ağır buhranlar yaşamasına,
onuruma dil uzatılmasına, aklımla dalga geçilmesine, kandırılmaya, özgürlüğümün elimden
alınmasına, en değerli hazinem olan sağlığımı ve zamanımı bu uğurda harcamaya hiç aldırmam.
Ulu önder (s.a.v.)’in “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” dediğini bildiğim için ve ben; adil, dürüst,
yardımsever, temiz, cesur, cömert, merhametli, saygılı, özü sözü bir, sabırlı, namuslu, vefakâr,
karakter sahibi, yaptığı işin hakkını veren, çalışkan, bilgili, görgülü, kültürlü birisi olduğum için(!)
devlet idaresine de böyle olanları seçerim.
“Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir” vecizesini bildiğimden; bencil değilim,
kolay yoldan bol para kazanmaya çalışmam, kendim için istediğim tüm güzellikleri ülkemdeki herkes
için isterim, milli servetin her türlüsüne ihtimam gösteririm. Her gün, evimin her odasından, dünyaya
açılan ve beni aydınlatan(!) ekranları takip ederek tüm insanlığın ve devletimin gidişatından haberdar
olurum. Gerek haberler, gerek spor müsabakaları, gerek yarışmalar, gerek diziler, gerek filmler…. her
nevi yayını itinayla izlerim. Haberlerde sunulanlara, sorgusuz, hepten iman ederim, menfi manadaki
haberlere dilimle dişimin arasında hiddetlenip geçerim, müspet haberleri oturduğum yerden tebrik
eder, beni duymayan herkesi buna teşvik eder, kendimi bundan müstağni görürüm. Sportif etkinlikleri
yapmam, yapanları izlerim, izlediklerimin beceriksizliklerini ekrana haykırırım, çılgına dönerim,
başarılarına çok sevinir yine çılgına dönerim. Yarışmaların içinde kendimi bulup ben olsaydım neler
yapacağımı sayar dökerim. Dizileri hayatımın merkezi yapmak için ailemden çok onlara vakit ayırır,
onları örnek alırım, o sahte hayatları kafama takar bazen de onlar için gözyaşı bile dökerim. Filmler
hayatımın tüm gerçekliğine bir sünger çeker, unuturum, uyuşurum. Çok akıllı telefonumdan başımı
saatlerce kaldırmadan tüm arkadaşlarımın, akrabalarımın, hatta hiç tanımadığım kişilerin bile neyi,
nerde, ne zaman, nasıl, niçin, kiminle; yaptıklarını, gezdiklerini, yediklerini, içtiklerini, giydiklerini,
okuduklarını, duyduklarını… her şeylerini takip ederim. Tüm bu zahmetlere katlanıp yaşadığım dünya
hakkında bilgi sahibi olurum, bu mevzulardaki himmetimi günden güne arttırırım. ]
Bu ahval içindeki güzel insanlar(!); kabahatleri sürekli başkalarına yüklemekten, kendinde
hiçbir şeyi değiştirmeden dünyanın değişmesini beklemekten, zalime kızdığı halde sürekli onun
ekmeğine yağ sürmekten, mazluma merhamet hissedip ona el uzatmamaktan, ‘geçim’i israf edecek
kadar eşyaya sahip oluş diye anlamaktan, ‘bu devirde……..’ diye başlayan cümlelerden, tatlı söze
güler yüze kanıp alelacele yuva kurmaktan, kurulmuş yuvaları sudan sebeplerle yıkıp geçmekten,
yuvasını paylaştıklarından birine herhangi bir şekilde ihanet etmekten, çocuk sahibi olup insanlığı
kurtaracak nesiller yetiştirmeyi ertelemekten, dünyada cennet misal yaşamayı istemekten, köpekleri
salıp taşları bağlamaktan VAZGEÇMELİLER. Bu güzel insanlar ‘suni ihtiyaçlar’dan vazgeçip ‘tabii
ihtiyaçlar’ ile iktifa etmedikçe, kendi kendine yetmedikçe, bilimum ahlak-ı haseneye sahip olmadıkça,
ali himmet olmadıkça, kendisini ilgilendirmeyen şeylerin peşini bırakmadıkça; muhtaç olduğu
saltanat-ı gadre asla galebe çalamaz. O saltanat-ı gadr bunların elinden topraklarını almasa da hem
koluna hem de hissiyatına pranga vurarak istese de istemese de hükmünü geçirir.
…………………………………………………………….
“BİR TOPLUM KENDİSİNDEKİNİ DEĞİŞTİRMEDİKÇE ALLAH
ONLARDA BULUNANI DEĞİŞTİRMEZ” (Rad, 11)
FAİK DURU
.
.
.