10 Temmuz 2020 Cuma

GAYYA ÇUKURUNUN ÇİÇEKLERİ




 Burası Sivas Cezaevi. Şimdi size anlatacağım her şeyi baş gözünüzle değil gönül gözünüzle seyretmenizi istiyorum, bunu benim için yapabilir misiniz?   

…Başımı yukarı kaldırdığımda üst tarafını ancak görebildiğim devasa bir kapısı vardı. Kül ve duman karışımı rengi, itiraf ediyordu içindeki yangınları. Ağır ağır, sıkıca kapattım gözlerimi. Alnımdan soğuk terler akıyor, tahayyülümde kıyametler kopuyordu. Cayır cayırdı içerisi. Buram buram pişmanlık kokuyordu bu yer. Başımı indirdiğimde gördüm, durmaksızın bir içeriye bir dışarıya isyan sızıyordu kapının altından. Keskin bir soluk çekip içime, gözlerimi açacak oldum, başım ufka daireler çizdi bir an, midemden ağzıma acı bir tat geldi. Ürperdim. İçeride karşılaşacağım manzaraya dair düşünüyordum. Çarçabuk açığa çıkıyor, aynı hızla kayboluyordu görüntüler. Buraya tekrar gelmek isterken ne vardı aklımda? Ne diye gelmiş olabilirdim ben bu cehenneme? Durdum. Hemen ikaz ettim düşüncemi. “cehennem, bir arınma yeri değil mi? Bir çıra olarak seçildiysen, yanarak arınman ve yakarak arıtman için, bunda yanlış olan ne var? Ateşin kabahati ne? Kendi akıbetinden bile habersizken, güllük gülistanlık olduğundan emin olabilir misin? Sana, bu yere layık olmadığını düşündüren nedir? Cezaevi demek yok, artık ’arınma evi’ de buraya.”      

Naçizane, cezaevi namı diğer, arınma evi vaiziyim. Mahkûmlara insan olmaktan, kulluktan dem vuran bir adamım. İnsanlara hakkı hakikati anlatmayı boynuma borç bilmişim. O gün, insandım ve mahkûmdum işte ben de. Seçtiğim yahut seçildiğim bir kaderle rıza düellosundaydım. Dört duvar arasındaki mahkûmiyetim yıllar önceydi. Şimdi çok şey değişmiş ve ben nefsimle zincirlenmiştim kendi içime. Bulabildiğim bütün anahtarları deniyordum kilidimi açabilmek, özgürlüğe kavuşabilmek için. Yıllar sonra, nereye gitsem peşimden sürüklenen bu demir halka yığınıyla beraber gelmiştim gri kapının önüne. Gafletimden sıyırıp nefsimi, temize çıkarmaya yüzüm var mıydı? Önce kendime sonra da mahkûmlara “Allah” diyecektim. Ve hep beraber, hidayet bulmayı dileyecektik. İşim buydu işte. Osman Yüksel Serdengeçti’nin bir sözü geldi aklıma, şöyle diyordu:

_ “Benim evim, aynı hayata benziyor. Çünkü evimin bir penceresi hastaneye bakıyor diğer penceresi hapishaneye bakıyor diğer penceresi de mezarlığa bakıyor.”     

Bir insanın hayatı da bu üç şeyin etrafına dönmüyor muydu zaten. İyi bir eşiniz, aşınız… Her şeyiniz var, her şey iyi. Sabahleyin arabaya bindiniz, kontağı kıvırdınız, birisine çarptınız; işte arınma evindesiniz (!). biri size çarptı, hastanedesiniz yahut mezarlıktasınız. Hiç kimsenin bir diğerinden farkı yoktu nihayetinde. Allah cc, Külli iradesinde hangimiz için nasıl bir sonu diliyordu habersizdik. Bu bizi daha ümit var kılıyordu. Bir gün, her birimiz, gayya çukurunda açan hoş çiçeklere de dönüşebilirdik. Heyecanımı güzel niyetlere körükleyen bir sebep de buydu galiba.     

Her gün olduğu gibi o gün de arınma evine gittim. Cinayet mahkûmlarının Koğuşuna girdiğimde bir süre arkadaşların toplanmasını bekledim. Mahkûmlardan biri yeni yıkadığı ince belliye, dünyanın en kaliteli çayından doldurdu benim için. Semaverin çeşmesinden kıvrıla dağıla akan kaynar sudan sıçrayanlar, incitmiyordu avuç içinin kalın derisini. Alışıyordu insan her acıya zamanla demek. Omzuna attığı yarı kirli havluya baktım istemsizce. Bana uzattığı çayı “ Eyvallah” diyerek aldım. Bardağa eğilip tavşankanının üzerindeki buğuyu kokladım. “Hiçbir yerde bulamazsın benim demlediğim çayı hoca!” derken kaşlarını gururla kaldırmış, sırıtışını da haline uydurmuştu. Gülümsedim. Bu arada ranzalarında istirahat edenler, bahçede birbirlerine işledikleri suçları ballandıra ballandıra anlatıp sohbet edenler, her çatlağından yosun tutmuş beton zemine dalıp gitmiş bir halde bir o başa bir bu uca volta atanlar, kendi aralarında çocuk gibi oyun oynayanlar… Yavaş yavaş yerlerini alıyordu. Mahkûmların hemen hemen hepsi geldi. Herkes tamam oluncaya kadar gelmiş olanların kafalarına takılan sorularını, kendi aralarında tartışmış oldukları meseleleri, TV’de duyup aslını merak ettikleri haberleri, dertlerini, ihtiyaçlarını, cezaevi yönetiminden taleplerini vs. dinledim önce. Demek kötü bildiğimiz insanların da insanca bir tarafı vardı. Yeri geliyor vatan sevgisiyle coşuyor yeri geliyor ailelerini özlüyorlardı. Kimi zaman kendilerine iğrenç birer yaratık muamelesi yapan insanları bile seviyor, kimi zaman da içinde bulundukları kuyudan çıkabilecekleri bir anı gözlüyorlardı. Aralarında şiirler yazan, yanık sesiyle türküleri ağlatanlar vardı. Buraya geldikten sonra nesi var nesi yok her şeyini kaybedenler, öksüz yetim kalanlar vardı. Bizim gibi, iyiliklerinin yanında nefsi zafiyetleri de olan birer insandılar ve her yanı duvarlarla çevrili bir mekânda mahkûmdular işte. Bizim, herkesten gizlediğimiz günahlarımızla kanunun yakalayamadığı suçlarımızı kapatmak adına vicdanımızın etrafına ördüklerimiz gibi, onların da, yakalandıkları suçlardan arınmaları adına içine konuldukları, dikenli tellerle korunan duvarları vardı. Bizim içimizde firavunlar, nemrutlar olduğu gibi onların içinde de İsa’lar, Musa’lar vardı.      Herkes gelmişti… Derken, muhabbetimizin koyusu, çayın demini aştı, beklenen atmosfer oluştu. Almaya da vermeye de hazırdı gönüllerimiz. İncelikli bir maharetle, onlardan işittiklerim arasından yumuşak bir geçiş yaparak anlatmak istediğim konuyu açtım sonunda. Mevzu namazdı. Sordum:

_”Arkadaşlar “er” kime denir?”

_”Er, erkek adama derler hoca!”

_”Sözünün eri adama derler.”

_…Herkes kendince cevaplar verdi. Bilirsiniz, bulmaca çözerken iki kutucuk boştur. Rütbesiz askeri sorar size. Boşluklardan birine “E” diğerine “R” yazarsınız. Onlara söyledim:

_ “Devletin, kendi güvenliğini sağlayabilme noktasında istihdam ettiği, tüm giderleri devlet tarafından karşılanan rütbesiz askere “Er” denilir. ”Ardından onlara kime “Kul” denildiğini sordum. Onların cevaplarını dinledikten sonra sözü aldım:

_ “Kul, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına muhatap aldığı kişiye denir. Kulun erkeği kadını olmaz. Kulun mahkûmu hürü olmaz. Kulun zengini fakiri olmaz. Hepimiz Allah Teâlâ’nın kuluyuz ve O’nun emir ve yasaklarının muhatabıyız. Arkadaşlar! Bir asker ocağına teslim olduğumuz andan itibaren herhangi bir erimiz, komutanların emirlerini yerine getirmek zorundadır. Komutanların emirleri yerine getirilecek ki, bizler burada güvenliğimiz sağlanmış olarak hür yaşayacağız, çoluğumuz çocuğumuz güvenli bir şekilde okullarına gidecekler ve istikballerini kazanacaklar. Örneğin komutan, çok soğuk bir gecenin en geç vaktinde size ıssız bir noktada tek başınıza nöbet tutmanızı emredebilir. Sizin “komutanım ben gecenin o saatinde şu kar kış kıyamette, tatlı uykumu bölüp de oraya gitmek istemiyorum” veya “komutanım izlediğim dizinin en heyecanlı bölümü tam da o saatte. İmkânı yok kaçıramam. Arkadaşlarımla muhabbetim bozulur maazallah, sen şimdilik bir gidiver hele.” deme lüksünüz yoktur. Örnek veriyorum, biz ezan-ı Muhammedî okunduğu zaman ne yapıyoruz? Sabah namazı vakti diyelim “Ya şimdi kim kalkacak da buz gibi suyla temas edecek, şu sıcak yatağımı nasıl bırakırım hem benim uykum kaçarsa tekrar uyuyamıyorum” demiyor muyuz?”   

Ben sordukça, onlar cevaplarını yönelttikçe, kafamızda bir mülahaza bir sorgulama süreci başladı. Sordum: 

_”Sen bir patronsun, yanında çalışan bir adama yapması gereken bir iş için on kere talimat verdin. Ve o yapmadı. O zaman ne yapacaksın?”

_”Maaşına zam işine son veririz hocam.”

_ “İki de tokat vurur öyle yollarım hacı.”

_…Anlattım: 

_ “Rabbimiz bizi “Hayye lessaleh” derken “Haydi namaza” diye müezzinlerin sesinden davet ediyor. Biz ise her gün beş vakit ezan-ı Muhammedî okunurken “yok, ben namazımı kılmayacağım” diyerek direniyor ve emre karşı çıkıyoruz. Hem de Kuran-ı Kerim’de seksen küsur yerde namaz emri varken… Ayeti kerimede “Bir nesil vardı yeni bir nesil geldi. Bir nesil vardı ki, peygamberlerin kendilerine öğrettikleri gibi namazlarını kılardı. Onların yerine onların çocukları, torunları geldi. Onlar da heva ve heveslerine, şehvetlerine uyarak, tembellik yaparak namazlarını zayi ettiler. Biz onları cehennemin gayya kuyusuna atacağız.” diyor. Şanlı önderimiz Efendimiz aleyhissaletu vesselam, o gün sahabilere bu ayeti kerimeyi tebliğ ettiği zaman, onlar diyorlar ki: 

_“Ya Rasulallah, anladık. Bizden namazlarını bu dünyada zayi edenler, cehennemdeki gayya kuyusunun içine girecekler. Bunu öğrendik. Ama biz, gayya kuyusu nasıl bir yer onu bilmiyoruz. Sen bize ilk önce onu anlat” dediler. Bunun üzerine Efendimiz sav. başlıyor anlatmaya: 

_“Gayya kuyusu öyle bir yerdir ki, cehennemin en dip yeri… Cehennemde azap görenlerin kan ve irinlerinin aktığı yerdir. Ve azabı öyle şiddetlidir ki, cehennem bile kendi içerisindeki bu yeri gördüğü zaman ellerini açar ve “Ya Rabbi! Buranın azabından sana sığınıyorum” der.” Mahkûmlar, bu hakikatleri duyunca irkildi ve daha dikkatli dinlemeye başladılar. Devam ettim.

_”Peygamberi Zişan Efendimizin sav Ensar’dan bir sahabesi var. Ubade bin Sabit. Anlatıyor:

 _“Allah Rasulü’nün son günleriydi. Onun yanına geldim. Efendimiz, yaklaşmamı istedi. Yanına kadar geldim. Dedi ki: “Ey Ubade sana vasiyetim var. Yerine getirir misin?”” 

_”Tabi ki ya Rasulalah, elbette ki getiririm!” Dedim. Mübarek elleriyle elimi tuttu, sıktı ve buyurdu ki:

_”Sana birinci vasiyetim şudur ey Ubade; seni kıymık kıymık doğrasalar, etlerini kemiklerinden demir taraklarla ayırsalar da asla Allah’a şirk koşma” dedi.

_”Tamam ya Rasulallah sana söz veriyorum bu vasiyetini yerine getireceğim” dedim. Yeniden elimi sıktı:

_”Ey Ubade, sana ikinci vasiyetim şudur ki, seni kıymık kıymık doğrasalar, etlerini kemiklerinden demir taraklarla ayırsalar da asla namazını kasten terk etmeyeceksin” dedi. Ben de:

_”Tamam ya Rasulallah sana söz veriyorum, asla namazımı kasten terk etmeyeceğim” dedim. Bu, Allah Rasulü’nün bizden son isteği bize son vasiyetiydi. ”Hemen ardından başka bir hadis-i şerifi zikrettim. 

_”Peygamberi Zişan efendimiz “ her kim ki, namazını kılıyorsa Allah’ın zimmeti (koruması kollaması himayesi gözetimi) altındadır. Her kim de namazını kasten terk eder de kılmazsa o, Allah’ın zimmetinden dışarıya çıkar ” buyuruyor. Şimdi kim Allah’ın korumasının dışında kalmak ister? (sessizlik) Arkadaşlar! Bu hadisleri işiten büyük İslam âlimlerimiz hep şunu söylemişlerdir: “kâinatta en büyük hakikat imandır. İmandan sonra en büyük hakikat namazdır.” Yani bir insanın yapmış olduğu tüm hayırlar, güzel işler… Neler varsa, bunların bize ahirette fayda verebilmesi için tek bilet iman edebilmektir. İman ettikten sonra ise bir mü ‘minin en önemli görevi namaz kılabilmektir. İşte en büyük hakikat iman ve akabinde namazdır. Arkadaşlar, size Peygamber Efendimizin sav. başından geçen bir olayı anlattıktan sonra bu sohbetimi sonlandıracağım. Rasulullah’ın sav. vefatından bir hafta öncesidir. Allah Rasulü hastalanmış, mübarek vücudu takatten düşmüştür. Hatta o kadar dermansız bir hale gelmiştir ki, hemen evinin bitişiğinde bulunan Mescidi Nebevi’de namazları kıldıracak kadar güç derman bulamadığı için Hz Ebubekir’den namazları kıldırmasını istemiştir. Peygamberimiz sav. kendi evinde kendi namazlarını kılmaya devam ederken bir gün, sahabe-i kiram içeride ve dışarıda bekleşiyorlar, Allah Rasulü’nün son günleri… Peygamber Efendimiz sav bir gözlerini açar ki, vücudunda bir güç var. Etrafında bekleşmekte olan sahabe efendilerimize döner ve: 

_“Ey sahabem. Sizden bir şey istesem yapar mısınız?” der. Onun her kelamı Sahabe-i Kiramın başı gözü üstünedir. 

_“Ey sahabem beni Baki kabristanlığına kadar götürebilir misiniz?” der. Sahabe efendilerimiz: 

_“Tabi ki Ya Rasulallah” derler. Allah Rasulü o son takatiyle ayağa kalkar. İki sahabe, birisi sağına birisi soluna geçer. Allah Rasulü kollarını onların boyunlarına atıp onlardan destek alarak Medine kabristanlığına doğru yürümeye başlar. Arkalarından diğer sahabeler de öncüleri takip etmektedirler. Nihayet oraya vardıklarında, Rasulullah sav efendimiz kabristanda yatanlara selam verir. 

_“Esselamu aleyküm ey müminler diyarının sakinleri, selam sizin üzerinize olsun.” Selamına şu sözlerini ekler: 

_“Yarın biz de sizin yanınıza geleceğiz. Biz de sizinle birlikte bu toprağın içinde yatacağız” buyurur. Sonra son gücüyle bir kabrin başına kadar yürür. O kabrin başına geldiği zaman, namaz oturuşuyla oturur. Sahabe-i Kiram da uzağa yakına aynı şekilde otururlar. Gözler ve kulaklar Allah Resulündedir. Acaba Rasulullah ne yapacak, ne söyleyecek? (sessizlik) Peygamber Efendimiz sav. yüzü görünmeyecek şekilde başını öne eğer. Belki bir saate yakın, hareket etmeksizin oracıkta bir murakabeye dalar. Uzun bir zaman sonra sahabe-i kiram, Allah Rasulü’nün yavaş yavaş başını kaldırdığını, başını kaldırdığında, gözlerinden inci taneleri döküldüğünü görürler. Mübarek ağzından şu sözleri işitirler: 

_“ Kardeşlerimi çok özledim. Kardeşlerimi çok özledim.” Onu sav bu halde gören Selman-ı Farisi ra. dayanamaz. Oturduğu yerden kalkar ve hemen Rasulullah’ın yanına gider. Onun mübarek dizinin dibine oturur ve: 

_“Ya Rasulallah niye ağlıyorsun? Bak, kardeşlerin olan bizler seni terk etmedik ki. Bu özlem bu gözyaşları niye?” diye sorar. Efendimiz sav ona döner ve der ki: _“Ey Selman sizler benim kardeşim değilsiniz. Sizler benim ashabım, dostlarımsınız. Benim kardeşlerim kimler biliyor musun ya Selman?” Der.

 _“Kimler ya Rasulallah” diye merakını dillendirir Selman ra. 

_“Benim kardeşlerim, beni görmeden bana iman edecek olanlardır ey Selman” der. Selman-ı Farisi ra. sorularına devam eder: 

_“ Peki ya Rasulallah, siz onları görmediniz onlar sizi görmedi. O kıyametin zifiri karanlığında birbirinizi tanımadığınız bu kardeşlerinizi nereden bileceksiniz?” dediği zaman Peygamber Efendimiz sav yeniden Selman’a döner: 

_“Ey Selman, şu anlatacaklarımı bir tasavvur et bakalım.” Selman ra. merakla dinler. Efendimiz sav: 

_“Simsiyah bir at sürüsünü düşün. O simsiyah at sürüsünün içinde tek bir tane at var ki, alnında ak var. Diz kapaklarında ak var. Toynaklarında ak var. O alacalı atın sahibi, o simsiyah at sürüsünün içinde kendi atını tanıyamaz mı ey Selman?” diye sorar. 

_“Tabi ki tanır ya Rasulallah” der Selman ra. Bunun üzerine Efendimiz sav. Buyurur:

_“ Biz namazdayken secde halindeyiz ya, alnımız, burnumuz, ellerimiz, diz kapaklarımız ve ayaklarımız toprağa değiyor ya, işte, secde anında yere dokunan bu azalarımız yarın kıyametin o zifiri karanlığında pırıl pırıl parlayacak ve ben kardeşlerimi o pırıldayan azalarından tanıyacağım ey Selman.” Orada bulunan mahkumlara döndüm ve sesimi biraz daha yükselterek anlatmaya devam ettim. 

_”Arkadaşlar! Kıyametin zifiri karanlığında, bu dünyada namazlarımızı kılmayıp karanlıklar içerisinde kalıp da Allah Rasulü’nün tanıyamadığı o insanlardan mı olmak isteriz yoksa bu dünyada namazlarımızı kılıp ibadetlerimizi yapıp farlarımızı yakıp tabiri caizse “ya Rasulallah! Ben buradayım” mı demek isteriz? Eğer o gerçek kurtulmuş müminlerden olabilmek istiyorsak arkadaşlar, bugün, hemen bir sonraki vakitten itibaren namazımıza başlıyoruz. Şimdi kimler namaza başlamak istiyor?” Dediğimde koğuştaki tüm mahkûmlar birer birer “Ben ben!” demeye başladı. İşte o zaman ellerimi uzattım ve dedim ki “kim?” 

_“Kim bir sonraki ezanda namaza başlayacaksa elimi tutsun, hadi, söz verin bana”.  Koğuştaki otuz beş kırk kişilik gruptan bir kişi hariç herkes ellerini uzattı ve elimi tuttular. O suçlu ellerini, abdest nuruyla arıtmaya yeminle niyet ederek ellerimin üzerine sarılırcasına koyarken her birinin gözlerinde yaş vardı. _”Söz veriyor musunuz arkadaşlar?”

_ “Söz veriyoruz.”

_”Öyleyse bugünden itibaren başlıyoruz. Bu bizim kurtuluşumuza da vesile olsun inşallah.”      

Bir de güzel dua ettirdi Allah cc. Kaynar suyun yakmadığı avuç içlerini, gözlerinden kaynayan şifalı madenler, haşlıyordu adeta. Öyle mutluydum ki… Ölü buzluğunda donuk ruhlardı biraz önce bu insanlar. Şimdi onların gözlerinde ümitli bir yaşam gülümsüyordu. Yanaklarından aşağı süzülen sımsıcak yaşlar, eritiyordu soğuklukları. İrin yerine can doluyordu iman kadehlerine şimdi. Böyle bir manzarayı seyrediyordum işte. Hemen önümde gerçekleşiyordu her şey. Gri kapının önündeki endişelerimden utandım. Tamamen siyah ya da tamamen beyaz değildim. Hiçbir zaman hiç kimseyi hor hakir görecek durumda değildim. Af diledim Allah’tan. Allah Teâlâ, hidayet kapılarını kime açarsa dilediği anda onu en üst noktalara çıkarabilirdi. İnsanın, kemal yolculuğunda asla nefsini temize çıkarmaması gerektiğini, asla da O’ndan ümidini kesmemesi gerektiğini şimdi bir kez daha anlıyordum. Bekleyin! Duraksadım birden. Sol yanıma döndüm yavaşça. Yanımda, üzerindeki her parçası marka olan spor kıyafetlerinin, maddi gücünü teşhir ettiği biri vardı. Bir elini yumruk yapmış, diğer eliyle onu ezercesine ovuşturuyordu. Alnı kırışmış, kaşları çatılmıştı. Bir bacağı mütemadiyen sallanıyordu. Buna öfke denilebilirse şayet, ömrünüzde bir daha göremeyeceğiniz derecede masum bir öfkeyle üzgün ve kırgın görünüyordu. O kadar kişi içerisinden yalnızca o elimi tutmadı. Bu mekânda herkese sözü geçen, birkaç kimsesiz mahkûmu da himayesine alan, baskın karakterli biriydi, biliyordum. O, konuşurken her harfine bastıra bastıra racon kesen ağır abinin dili lal olmuştu. Diğer mahkûmlarla yaptığımız sözleşmeden sonra ona döndüm. Mizacıyla zıtlaşan manalı gözleri, dopdolu. Her an düşecek gibi yığılmış kirpiklerine damlacıklar. Herkes konuşuyor, bir konuşamayacak durumda olan o. Nefes alış verişi bıçaklanmış. Sanki nefes alsa içinde biriken karanlığın ortaya dökülmesinden korkuyor. Sordum:_“Gardaş sen niye elimi tutmadın?” bir anda bulutun sancısı, daralan göğsüne doğru meyletti. Bardaktan boşanırcasına ağladı ve bütün vücudu titreyerek, anahtarını yuttuğu ceviz sandığını açtı. Ağzından dökülen her kelimeyi en derinlerimde hissettim:

_”Hocam ben kılsam ne olacak ya! Kılsam ne olacak? Niye bana böyle soruyorsun? Hocam benim iki tane leşim var. İki adamın canını aldım da ben bu ceza evine girdim. Hadi Allah beni affetsin diyom. Hadi! Allah beni affetsin. Hocam benim dışarıda kulübüm, kumarhanem var. Benim dışarıda eşim, iki tane de kızım var. Başka gelirim yok, o kumarhane çalışacak ki benim çoluk çocuğumun geçimi sağlanacak. O kumarhane çalışacak ki ben şu cezaevinde geçimimi sağlayacağım. Yoksa burada ne bir kimse itibarımı bırakır ne de dışarıda eşim çocuğum doğru bir yolda gidebilir. Kötü yollara düşerler. Ben kılsam ne olur hocam? Şimdi söyler misin bana, yediğim haram içtiğim haram giydiğim haram. Çoluk çocuğuma yedirip içirdiğim giydirdiğim haram hocam. Ben namaz kılsam ne olacak, Allah kabul mü edecek?” Dedi. Konuşurken için için ağlıyordu. Hiç beklemediği bir anda ona sordum:

_”Senin bu gözyaşların yalan mı? Bu ağlayışın bizi aldatmak için mi?” Bu sözlerim ona ağır gelmiş olacak ki, ayağa fırlayıp:

_ “Ne diyon sen hoca!” Diye çıkıştı.

_”Bak gardaş, o zaman yapman gerekeni ben sana söyleyeyim. Ama önce sana başımdan geçen şu olayı anlatayım” dedim. Yavaşça oturdu, dinledi. Ona şunları anlattım:

_”Ben geçmiş hayatımda ticaretle uğraşıyordum. Alanya’da otelim vardı. Otel işletirken, yanımda çalışan personelim vardı. O personelin içinde satın alma müdürlerim vardı. Gelen teklifleri önce müdürler onaylardı. Sonra bir üst yazıyla teklifler bana gelir, kim nereden ne alışveriş yapacaksa diğer fiyat teklifleri arasından müdürlerin de öngördüğü şekilde ben onayımı verirdim onlar da gider alışverişi yapardı. Ama hiçbir zaman, çalışanlarıma güveniyor olsam da, onları kontrol etmekten geri durmazdım. Bu kontrollerim esnasında bir otelciyle tanıştım. Onun da benimkiyle aynı büyüklükte bir oteli vardı. Kendisiyle devamlı konuşmaya başladım. “Sen şunu ne kadara aldın, nereden aldın, niye bu adamdan alıyoruz, servisi nasıl?” gibi. İki otel sahibi olarak maliyet hesaplarını, fiyat karşılaştırmalarını birlikte yapmaya başladık. Bu sayede emrimizde çalışan elemanlarımızı da kontrol etmiş oluyorduk. Zamanla samimiyetimiz o kadar ileri gitti ki aramızda güzel bir dostluk gelişti. Bu arada şunu söylemeliyim, onun oteli Ruslara çalışırdı. Onun otelinde içki su gibi içilirdi mesela. Onlar ful pansiyon çalışırdı. Onun otelinde gece geç saatlere kadar bütün yiyecek içecekler bedavadır. Fuhuş gibi gayri ahlaki ne varsa orada normal bir düzenle işler. Ben, bu ortamlara normalde tiksinerek bakıyorum ama sonuçta iş icabı da olsa bu otelin sahibiyle otellerin mali hesaplarında bir şekilde yardımlaşıyorduk. Yürürken, bu arkadaşın bir bacağı aksıyordu. Bir gün konuşurken onun Kıbrıs gazisi olduğunu öğrendim. Yediği bir kurşundan dolayı da bacağı topal kalmıştı. Onun bir gazi olduğunu duyduğumda hayretler içinde kaldım. “Allah Allah” dedim içimden. Şaşkınlığımı fark ettiğinde bana 

_“Hocam sen herhalde, Ruslarla çalıştığım için, otelimde bu kadar yanlış işler yaptırdığım için bana farklı bakıyorsun” dedi. “ Hocam ben her gün sabah namazımı kılarım. Hiç kaçırmam. Namazdan sonra da bu otelde yaşananlar gözlerimin önüne gelir ve hıçkıra hıçkıra ağlarım hocam. Çok zoruma gider. Ben ki bir Kıbrıs gazisiyim. Bunları mı yapmak zorundaydım? İçki mi içirmek fuhuş mu yaptırmak zorundaydım? İşte hep bunları düşünürüm. Sen de diyorsundur şimdi, sen nasıl gazisin, sende her türlü pislik var! Hocam, ben bu işin böyle olacağını hiç düşünmemiştim. İşte, biraz paramız, arazimiz vardı. Bir teşvikle girdik, buraya bir otel yaptık, sermayemizi de bu işe gömdük. Ama ben burada içki içirip kumar oynatacağımı düşünseydim vallahi bu işe girmezdim. İşin içinden de çıkamıyorum artık hocam.” dedi. Bütün bunları anlatırken gözyaşlarına engel olamadı. Sana sorduğum gibi ona da sordum:

_”Bu gözyaşların yalan mı? Beni etkilemek için mi ağlıyorsun?”

_”Yok, hocam, neler diyorsun? Tüm samimiyetimle söylüyorum sana bunları” dedi. Bunun üzerine dedim ki:

_”Bak, eğer samimiysen, sen artık beş vakit namazını kılacaksın ve her namazın arkasından ellerini açıp “Yarabbi beni bu haramlardan kurtar” diye dua edeceksin. Allah Teâlâ öyle buyuruyor “Allahtan sabır ve namazla dua ederek yardım dileyin”. Sen eğer böyle yaparsan Allah sana daha hayırlı yeni bir kapı açar. İnşEllah bu haramdan kurtulursun” dedim. Daha sonra benim işler ters gitti. Oteli kapatıp memlekete geri döndüm. Altı ay sonra bir gün telefonum çaldı. Baktım ki bu arkadaş arıyor. 

_”Selamun aleyküm.”

_”Aleykümselam.”

_”Hocam, ben senin dediğini devamlı yaptım. Sabah namazımla birlikte diğer vakit namazlarımı da kılmaya başladım. O günden itibaren hep ellerimi açtım dua ettim. Hocam bir gün Rus firmaları, çok büyük miktarda bir para karşılığında beş yıldızlı otelimi devralmak istediler. Devrettim. Şimdi İstanbul’a geçtim. İstanbul’da büyük bir mobilya fabrikasını satın aldım. Allah beni o kötü işlerden bir şekilde çekip çıkardı, o bataktan kurtardı. Mutluluğumu seninle paylaşmak istedim. Sen bana hayırlı bir yol gösterdin, ben de, bir sıkıntın olursa sana yardımcı olmak isterim hocam” dedi.

 _“Allah razı olsun” dedim ben de. Durdum. O mahkûm arkadaşa döndüm ve dedim ki:

_”Bak, eğer sen elini açacak ve dua edecek olursan bir gün olacak ki Allah sana bu kulüpten elde ettiğin gelir yerine helalinden bir kazanç kapısı açacak. Ama sen samimiyet ve sıdk ile Allah Teâlâ’ya dua edeceksin. Ümitsizliğe kapılacak olursan da Mevlana Hz. nin şu sözünü hatırla “Sen o kapıyı çalmaya devam et. Çünkü onun kapısı öyle bir kapıdır ki, devamlı kapalı kalmak onun şanından değildir”. Belki Allah cc sana bir mühlet ve imtihan verir. Belki senin Kendisiyle birlikte olabilmenin heyecanını, hazzını alabilmeni sağlar. Belki daha iyi olabilmen adına seni biraz kapıda bekletir. Ama asla ve asla cevapsız bırakmaz seni. Samimi niyetin vesilesiyle bir de bakmışsın Allah sana en hayırlı kapıları açmış! Sen ümit var olacak ve dua etmeye devam edeceksin gardaşım.”     

Gözlerinden yaşlar umarsızca boşalırken elimi tuttu “hocam, söz veriyorum. Sadece söz vermekle kalmıyorum, bu koğuştaki herkesi sabah namazına da kaldırmak, diğer vakitler de kıldırmak ve onları teşvik etmek de benim üzerimde olsun istiyorum.” dedi.      

Bunun üzerine yaşadığım mutluluğu hiçbir tarife sığdıramam. Hayatımdaki en büyük mutluluklardan bir tanesiydi diyebilirim. İlahi bir gücün, beni yaptığım işe latif ve şefkatli bir çekişle cezbettiğini hissediyordum. İşimi layıkıyla yapmış olmak da ayrı bir haz vermişti. Oradaki hiç kimseye fark ettirmedim ama sevinçle parlayan gözlerimle kendime “İyi iş çıkardın” dediğimde içimde bir soru peyda oldu. Korktum. Sorumun cevabı, zincirimin en kalın halkalarından birini kırabilir yahut ona bir yenisini bağlayabilirdi. Aradım. Kime sorulurdu ki böylesi bir yürek sancısı? Hem dış dünyasında hem de iç dünyasında adaletiyle öne çıkan bir zat olmalıydı sorumu kendisine yönelteceğim kişi. Aradım ve Allah cc buldurdu öyle birini. Sordum kendisine:

_”Hocam, böyleyken böyle… Allah’ın hidayet verdiği insanları öyle güzelleşmiş görünce, işimi iyi yaptığımı düşünüp seviniyorum. Acaba farkında olmadan nefsani mi davranmış oluyorum? Bu beni derin bir kaygıya düşürüyor, siz ne dersiniz hocam?” Bana şunları söyledi:

_ “İnsan bir mücadele verir evladım. Muvaffakiyetten aldığı hazla, şükürden kaynaklı bir hazla seviniyorsa bunun nefisle bir alakası yoktur. Yok, şayet onların hidayet bulmasını kendi nefsine veriyor ve bununla mağrur oluyorsa, nefistir. Tehlikelidir. Var kendini muhasebe et. Senin halin nicedir?” 

SON.

YAZAR: FATMA ZEHRA AKYİĞİT 

RÖPORTAJ KONUĞU: VAİZ M.SALİM NURSAÇAN

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YENİ YAZIMI OKUMAK İSTİYORSUN

DEĞİSİR İNSAN ZAMAN VE MEKÂN (32)

İnsanın kelimesi kalmaması nasıldır bilir misin? Bilirsin elbet. Birçok kereler yaşadın böyle zamanları. Ve inanırım, senin imtihanın da sen...